19. asrın son çeyreği, imparatorlukların çöküşe geçtiği, muharebelerin sürgit devam ettiği, iç savaşların, işgallerin, siyasi çalkantıların devletleri sarstığı bir manzarayı oluşturmuştu dünyada. Endüstri devrimiyle beraber makineleşme süreci matbuat hayatını da etkilemiş, vaktiyle yalnız senatolarda alınan kararların halka duyurulması işlevini gören habercilik, görece ‘sivilleşmişti’. Harplere, çatışmalara şahit olmuş birtakım yazarların mecmualarda neşrettiği bilgiler tabiri caizse merak imalatı sürecini başlatmıştı. İlk defa okur-yazar kesimlerde, tâbi bulundukları devletin savaşlarından haberdar olma talepleri yükselmişti. Merakın celbi ile sivilleşme, gazeteciliğe endüstriyel bir hüviyet kazandırmıştı. Gazeteler aynı zamanda birer merak fabrikasıydı artık.
Yeni dünyanın şekillenmesinde rol alan yeni bir aktör olarak sahneye giren Amerika Birleşik Devletleri’nde, söz konusu ‘haberdar olmaya’ dair talepleri karşılamak için gazetecilik faaliyeti yürüyordu yürümesine ama ciddi farklarla. Endüstrileşme ve -daha sonra ele alınacağı gibi imal edilmiş olan- talebin kesiştiği noktada da kâr ve dolayısıyla güç vardı. Öyleyse bu alan boş bırakılamazdı, behemehâl kazanca tahvil edilecek bir mekanizma kurulmalıydı. Gazeteler merak imal etmeliydi. Bugün adına gazetecilik ödülleri verilen Joseph Pulitzer ile daha sonradan oyuna dahil olan William Randolph Hearst’ın merakın sömürülmesine varan çarkı işletebileceklerine ilişkin sarp yokuşları tırmandı ve meydana atıldı. Bu ikilinin acımasız rekabeti her iki medya patronunu hem ciddi servete hem de politik kuvvete ulaştırmıştı.
Hemen her unsuru tüketim nesnesine dönüştürmekte hünerli eller habere de el atmıştı böylece. Popüler kültürün köşe taşlarından biri sayılacak olan bu yeni gazetelerde haber, haberden ziyade eğlence, sansasyon ve magazindi. Cinayetler, yolsuzluklar, trajediler ve halkın ‘ilgisini’ çekecek çeşitli içerikler tefrika halinde yayınlanıyor, gazete ve dolayısıyla bu sorunlu ‘içerik’ halk tabanına yayılıyordu. Artık dil öğrenmek isteyen göçmeninden işçisine, sokak satıcısından öğrencisine hemen herkes bu matbuatı takip ediyordu. 20. yüzyıla taşan öyküde gazete, yalnız belli zümrelerin okuduğu bir yayın organı olmaktan çıkmış, bir tiryakilik halinde kitleselleşmişti. ‘Sarı gazetecilik’ teriminin icadı o yıllara rastlamıştı.
Kimilerince ‘bilgi çağı’ diye isimlendirilen dönemin görünen yüzlerinden biri addedilen sarı gazetecilik, kitleler üzerinde büyük tesirler oluşturmuştu. Cari alışkanlıkların dışına çıkarak yayın yapan gazeteler arasındaki satış rekabetinden neşet eden sarı gazetecilik, okuyucunun nazar-ı dikkatini çekmek için kırk takla atan, okunurluğu dolayısıyla satışı artırmak için mübalağadan çekinmeyen bir formda yayın yapmayı benimsemek demekti. Bu gazetecilik pratikleri ile birlikte kitleleri mobilize edecek bir güce ulaşıldı yıllar içinde. Çizgi romanlardan, kullanışlı bilgilere, sağlığa dair malumatlara kadar sıra dışı bilgilerle dolu gazete sütunları, gündelik yaşamda da birtakım kırılmaların taşıyıcısı konumuna yükselmişti. Gazetelerin kaynaklık ettiği aktüalite artık hayatın tahkimat merkezinde yer işgal ediyordu.
Hissizleşmenin İnşasında Kitle Gazeteciliği
Gazetecilikte yaşanan tiraj mücadelesi muhtelif aşırılıklara rağbeti beraberinde getirmişti. Meslek ilkelerinin başı sonu belli prensiplerle raptedilmediği dönemlerdi bunlar. Okuru yakalamak adına kılıçlarını çeken dönemin muhabirleri, asparagastan imtina etmeksizin amansız bir yarışa girmiş ve takriben 62 milyonluk Birleşik Devletler’de bazı kaynaklara göre yaklaşık 3 milyon gazetenin satılmasını sağlamışlardı.
Aradan geçen yıllarda gazetelerin müdavimleri arttıkça çeşitlenen sayfa tasarımları malumat obezi haline getirilen okuyucu ‘doyurmaya’ çalışıyordu. Ulaşılan noktada savaşları merak edenler, magazini, sağlık bilgilerini, yemek tariflerini takip edenlere nispetle çok daha azdı. Sürecin ilerleyen aşamalarında medya müşterileri, yapılan neşriyatlarla sıcak gelişmeler karşısında duyarsızlaşmaya, hissizleşmeye götürülecek, televizyonda savaşların canlı yayınlandığı saatlere, içilen kolalar eşlik edecekti.
Dönemin ABD Başkanı Roosvelt’e kafa tutan, günün sonunda kazanan “Yahudi Joey” lakaplı Pulitzer’in bazılarınca modern gazeteciliğin öncülerinden sayılması boşuna değil. Macar Musevisi Pulitzer, olayların medyadaki temsil biçimini ‘gerektikçe’ eğip bükmenin ‘zaruret’ gibi kabul edildiği bir medya düzeninin banisidir pekâlâ.
Pulitzer’in açtığı yol bugün çok daha dallı budaklı hale gelmiş vaziyette. Medya devleri diye adları koca koca yerler işgal eden kuruluşlar, dördüncü erk olarak yahut yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü kuvvet olarak anılıyor. Kitleleri yönlendirmedeki gücü yadsınamayacak olan medyanın hâlihazırdaki yapısı uluslararası sistemle entegre, dolayısıyla bu güç ve ancak uluslararası sistem kadar ‘adil’. Adaleti, vicdanı kendi ajandaları söz konusu olduğu zaman sümen altı eden, eli güçlendikçe ideolojik bir aygıt olarak kullanmaktan çekinmeyen medyanın sahipleri agresif yayın politikaları güderek ‘istedikleri’ ne varsa onu almak için son kurşunlarına kadar savaşmayı göze almış görünüyor. Bu ahlak tanımaz vasatta okur da istismar ediliyor kuşkusuz.
‘Özgür İnsanlara’ Büyük Haberler
Büyük lafların, kışkırtıcı teşbihlerin kalın puntolarla sere serpe yayınlandığı gazeteler tehdit, taşkınlık, müstehcenlik, sansasyonla dolu mecralara dönüştü zaman içinde. Aleniyetin matbuatta yer almasıyla beraber okur profili uyumlandı. Duygu ve algı yönetiminin laboratuvarı vazifesini üstlenen medya yer yer kitleleri duyarsızlaştırmayı başardı, vakit geçtikçe de pornografiye alıştırdı. Habercilik faaliyetinin seçmen davranışına etkisi keşfedildiğinden bugüne ise kantarın topuzu kaçtı.
Bu meyanda dikkatli gözlerden kaçmayan bir mekanizmanın arkada harıl harıl çalıştığı ayan beyan ortaya çıktı. Tüm veriler ‘özgür dünyanın insanları’ için üretiliyordu şüphesiz. Öyle ya, hür olmayanlar bu denli hayati bilgilerle nasıl muhatap olsun ki. Halbuki özgürlük şarkısı da koca bir balondu. Byung Chul Han’ın Psikopolitikasında etraflıca anlattığı, kitlelerin eğilimlerini besleyen ‘sahte özgürlük’ kavramı sonra sonra anlaşılabildi. Sahte özgürlük evet. O his onlara aitmiş gibi sergilenen davranışlar ve temayüller. Oysa adına veri savaşları denilen hırsla dolu büyük mücadele, insanı harekete geçiren ruhsal dinamiklerin ticarileştirilmesinin hasılasıydı.
Gelinen noktada canlı yayınlarla kitlelere ulaştırılan savaşlar dahi ahlar vahlar eşliğinde eğlencelik bir unsura dönüşmüş vaziyette bir kısım için. Hollywood sanayisinin de katkısıyla anlatılagelen lirik dille, aslında buz gibi soğuk bir yerden, kâr amacı güdülerek kurgulanan habercilik pörsümüş alışkanlıklarla sürüyor. İnsanlığın en merhametli yanını hedef alarak yapılan tümüyle yanıltıcı yayınlar, meseleyi yerli yerince anlamak adına önemli göstergeler olarak karşımızda duruyor.
Talebin çok üzerinde bir arz var günümüzde. Doğrusuyla yanlışıyla çok fazla bilgi, çok fazla görüntü, çok fazla fotoğraf… Tüm bu yığının ortasında ise hissizleşen, sarhoş haline gelen kitleler… Karşı konulması hayli güç bir pozisyonda bulunan medya, hikâyenin anlattığı üzere, merakın istismarı ile başlayan haberin sömürülmesine varan bir akış içinde. Kitlelerin haber tüketme alışkanlığı değişse de hatta haber üreten ciddi bir kitlenin teşekkül ettiği zemin oluşsa da asırlık edinimlerin tesiri bugünden yarına yok olmuyor.
Medyanın hoyratlaştığı her konu başlığı tartışılırken atıf yapılan yegâne başlık söz konusu içeriğe olan taleptir. ‘Halk bunu istiyor’ gibi ‘alıcısı var’ gibi söylemler sıklıkla işitiliyor. Ancak burada esas konuşulması gereken nokta medyanın -daha doğrusu medya endüstrisinin- manipülasyonudur. Bilinçli bir şekilde kurgulanan medya içerikleri, kamuoyunda birçok değişime, dönüşüme neden oluyor. Bu değişim/dönüşümün ortaya çıkardığı komplikasyonları da halka mal etmek ve kamuoyunu ‘dövmek’ ise adaletten son derece uzak bir yaklaşımdır. Kabul edelim ki halk bu noktada büyük ölçüde edilgen roldedir. Araştırmalar göstermiştir ki medya tüketicilerinin tamamı medya eğitimi almış kişiler değildir. Hatta en temel medya okur yazarlığı donanımından yoksun olmaları hasebiyle manipülasyona açıktır. Karşısında iletişimci, psikolog, sosyolog ve bilumum ‘profesyoneli’ de arkasına almış medya endüstrisinin kamuoyuna reva gördüğü sille tokat, kapitalist insafsızlığın bir neticesidir.
Savaş ve krizler bağlamında ise şu husus dikkate alınmalı: On yıl önce ekrana getirilmesini hayal dahi edemeyeceğimiz kanlı görüntüler bugün sosyal medya eliyle üzerimize boca ediliyor. Bunun en keskin neticesi ise duyarsızlaşma ve normalleştirme. Dolayısıyla Filistinli bir bebeğin cesedi bizim için artık eskisi kadar ‘trajik’ değil. Bu durum da Filistin meselesi başta olmak üzere diğer tüm meselelere dair tüm bilinçaltımızı şekillendiren bir etken. Zira içinde bulunduğumuz çağ bilgi çağı olduğu kadar suret çağıdır.
Ezcümle, yukarıda ifade edilen şekillerde manipüle edilmiş bir kitlenin tepkileri ve/veya tepkisizliği eleştirilmeden önce iki defa düşünülmeli. Oklar öncelikle medya endüstrisine yönetilmelidir. Halkı darbetmeye yönelik eğilimlerin medya endüstrisinin bir planı/isteği olabileceği akılda tutulmalıdır.