İsrail’in 7 Ekim sonrası başladığı insanlık dışı saldırılar ‘insanlık suçu’, ‘savaş suçu’, ‘soykırım suçu’ ve ‘apartheid rejimi’ tartışmalarını tekrar alevlendirdi. İsrail’in kuruluşundan önce, Filistin topraklarına ilk Yahudi göçlerinin başladığı 19.yy’ın sonundan günümüze basit bir inceleme yapıldığında dahi, İsrail’in açık bir terör devleti olduğu, terörden beslendiği, ırkçılığın en dip bataklığında yüzdüğü ve Batılı ülkelerden aldığı siyasi ve ekonomik destekle Filistinlilere her türlü mezalimi reva gördüğü anlaşılmaktadır.
Apartheid kavramını İsrail özelinde incelemenin, İsrail’in müsebbibi olduğu zulmün kavramsallaştırılması açısından değerli olduğunu düşünüyorum. İsrail’in uluslararası ceza mahkemelerinde yargılanabilmesi için uluslararası toplumun, Birleşmiş Milletler’in insanlığa karşı işlenmiş suçlar arasında saydığı kavramlar ve tanımlamalara başvurması önem taşıyor. İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği suçların bu kavramlar ve uluslararası anlaşmalar çerçevesinde sınıflandırılması gerekiyor.
Apartheid kelimesinin kökenleri incelendiğinde, kelimenin ‘birleşik olmama, ayrılık’ anlamında kullanıldığını görüyoruz. Kavram ilk defa 1948 yılında Güney Afrika’da başlayan ve 50 yıl süren Avrupa kökenli beyaz ırkın siyah ırka üstünlüğüne dayanan ırkçı rejimi adlandırılmakta kullanılmıştır.
Uluslararası anlaşmalar incelendiğinde ise iki anlaşmanın, akdin apartheid suçunu ‘insanlığa karşı işlenmiş suç’ olarak tanımlamakta ön plana çıktığı görülüyor. Birinci ve apartheid suçunu en geniş bir biçimde tanımlayan uluslararası anlaşma, 1974 tarihinde görüşülen ve 1976’da onaylanan ‘Apartheid Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’dir. Bir diğer önemli uluslararası belge ise 1998 Roma Statüsü’dür.
Roma Statüsü’nün 3. sayfası, 7. maddesinde, ‘insanlığa karşı işlenen suçlar’ başlığı altında ‘apartheid suçu’ da yer almaktadır. Roma Statüsü, apartheid suçunu ‘’kurumsal bir rejim/yönetimin gözetimi altında sistematik ve sürekli bir şekilde bir etnik grubun diğer etnik grup ve grupları baskı ve tahakküm altına alması’ olarak tanımlamıştır. 1976 tarihinde onaylanan ve ‘apartheid suçu’ ile ilgili en geniş tanımlamayı barındıran uluslararası sözleşme ise apartheid suçunu detaylandırarak maddeler biçiminde şu şekilde açıklamıştır:
- Herhangi bir etnik grubun üyesi veya üyelerinin yaşama ve özgürlük haklarının reddedilmesi.
- Herhangi bir etnik grubun veya grupların kasti bir biçimde yaşam koşullarının hedef alınarak fiziki varlıklarının toptan ya da parça parça yok edilmesi.
- Bir ırk grubunun veya gruplarının ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamına katılımını önlemeye yönelik olarak hesaplanan her türlü yasal önlem ve diğer önlemler, aynı zamanda bir ırk grubunun veya gruplarının tam gelişimini engelleyen koşulların kasti olarak yaratılması; özellikle bir ırk grubu veya gruplarının üyelerine temel insan hakları ve özgürlükler, iş hakkı, yasal sendikaları kurma hakkı, eğitim hakkı, ülkelerinden ayrılma ve dönme hakkı, ulusal kimliğe sahip olma hakkı, serbest dolaşım ve ikamet özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü ile barışçıl toplantı ve birlikte dernek kurma hakkı da dahil olmak üzere, bu hakların reddi yoluyla gerçekleştirilen her türlü yasal önlem.
- Bir ırk grubuna veya gruplarına mensup kişiler için ayrı rezervler ve gettolar oluşturarak nüfusu ırklar arası çizgilerle bölmeyi amaçlayan her türlü önlem, yasal önlemleri de içeren; çeşitli ırklara mensup kişiler arasındaki karışık evlilikleri yasaklamayı, bir ırk grubuna veya gruplarına ait olan arazi mülklerini veya bu grupların üyelerine ait olanları kamulaştırmayı içeren her türlü önlem.
- Bir ırk grubunun veya gruplarının üyelerinin, özellikle onları zorla çalıştırmak suretiyle, emeğinin sömürülmesi.
- Apartheida karşı çıkan örgüt ve kişilere, onları temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakarak zulmetmek.
Uluslararası anlaşmalar incelendiğinde, apartheid suçunun alameti farikasının özünün etnik ayrımcılık olduğu söylenebilir. Katliamlar, baskılar, zulümler ve eşitsizliğin olduğu; özgürlük ve temel yaşamsal hakların ihlal edildiği apartheid rejiminin kökenleri, hukuksal ve yapısal yöntemlerle ırksal üstünlüğünü pekiştirip daim kılma çabasına dayanmaktadır.
İsrail’in ırkçı bir yönetim olduğunun açık işaretleri bizzat anayasasında yer almaktadır. 2018 yılında kabul edilen ulus devlet yasasına göre ‘İsrail devleti Yahudi ulusunun devletidir’ ve ‘kendi kendini idare etme hakkının’ Yahudilere ait olduğu açık bir şekilde belirtilmiştir. Hatta Yahudiler arasında dahi ‘makbul Yahudi’ fikri yerleşmiş, Avrupa’dan göçen beyaz Yahudiler ile Afrika’dan gelen siyahi Yahudiler arasında yapısal ayrımcılıklar bulunmaktadır.
İsrail’in ‘makbul Yahudi’ ırkının üstünlüğünü önceleyen ve Filistin topraklarına adım attığı ilk andan bu yana var oluşunu bu anlayış üstüne bina ettiğini gösteren en önemli delillerden bir tanesi muhakkak İsrail’in toprak politikasıdır. İsrail devleti, Filistinlilerin katliamlar, savaşlar ve terör eylemleri ile sürüldüğü topraklar üzerine kurulmuştur.
Görsel-1: İsrail’in Zorunlu Göç Politikası
1948 yılında İsrail devleti kurulmadan önce nüfusun %70’ini oluşturan Filistinliler, özel mülklerin %90’ına sahip durumdadır. İşgal ve etnik temizlikler sonucu bu durum günümüzde tersine dönmüş durumdadır. İsrail bir taraftan Doğu Kudüs ve Batı Şeria’da Filistinlileri evlerinden, dükkanlarından ve tarım arazilerinden zorla çıkarıp yerlerine işgalci Yahudi yerleşimcileri yerleştirirken, diğer taraftan da Filistinli mültecilerin topraklarına geri dönüşünü katı kanunlar ve uygulamalarla engellemektedir. Örneğin, dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan ve Filistin toprakları ile ilgili herhangi bir geçmişi olmayan bir Yahudi gelip İsrail’e yerleşebilmekte ve vatandaşı olabilmektedir. Filistinliler ise İsrail vatandaşı bir Yahudi ile evlenseler dahi İsrail kontrolündeki topraklara yerleşme hakkını elde edememekteler.
Bu konuda İsrail devletinin ırkçı uygulamalarının bir diğer önemli örneği de mevcut sınırlarının içindeki toprakların %13’üne (2,5 milyon dönüm) tekabül eden devlet arazilerinin yönetim biçimidir. İsrail Toprak Otoritesi kontrolünde bulunan bu arazilerin Yahudi olmayanlar tarafından işlenmesine, kullanılmasına ya da Yahudi olmayanlara satılması yasaktır. Bu uygulama ‘kamu çıkarı’ adı verilen ve değiştirilmesi yasak olan Yahudi ırkının üstünlüğünü önceleyen kanuna dayandırılmaktadır.
İsrail’in apartheid suçunun en belirgin özelliklerinden bir tanesi de kuşkusuz Filistinlilerin demografik açıdan bölünerek yavaş yavaş sindirilmesi ve ‘yok edilmesi’ stratejisidir. İsrail bu minvalde Filistinlileri dört ayrı unsura, nüfus alanına bölmüştür: İsrail devleti sınırları içerisinde ‘Arap vatandaşlar’ olarak yaşayanlar; Doğu Kudüs’te İsrail hukukuna tabi, süresiz oturum sahibi Filistinliler; Gazze ve Batı Şeria’da İsrail işgal hukukuna göre yaşamak zorunda bırakılan Filistinliler ve son olarak İsrail kontrolünde olmayan ülkelerde mülteci olarak hayatlarını sürdüren ve sayıları milyonları bulan Filistinli göçmenler. Bir sonraki yazımda İsrail’in bu dört nüfus alanında hayatlarını sürdürmeye çalışan Filistinlilere nasıl baskı uyguladığı, zulmettiği ve hangi apartheid suçlarını işlediğini anlatacağım.
Dr. Ayhan Sarı, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.