Tarihe Hesap Vermek!

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 17 Kasım 2023 tarihinde Almanya’ya yaptığı ziyaret esnasında düzenlenen basın toplantısında söyledikleri siyasal iletişim açısından tarihsel arka planda olup bitenlerin, devletlerin geçmişten bugüne yürüttükleri politikaların uluslararası ilişkilerde hangi kalıcı etkileri oluşturduğunu göstermesi açısından oldukça önemliydi. Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın basın toplantısında özellikle vurguladığı “Tarihe hesap vermek!” ifadesi sadece uluslararası ilişkilerde değil bireysel ve toplumsal planda insanın hesap veren, vermesi gereken bir varlık olduğu düşüncesini de ortaya koymaktadır. Her insan, her toplum hesap vermeyi kendi inanç dünyasında, kendi felsefî anlayışı, ideolojik duruşu, dünya ile ilişkisi bağlamında değerlendirmekte hayatını buna göre şekillendirmektedir.

Öte dünya inancına, ahiret inancına sahip olanların hesap verme anlayışı sadece bu dünyayla sınırlı olmamakta, bu dünyada yaptıklarının hesabının ahirette mutlaka önlerine çıkacağı inancı, bu inanca sahip olanları bu dünyayı daha yaşanılır kılma, daha hesap verebilir bir yaşantıyla bu dünyada ömrünü tamamlamaya, başkalarına karşı yaptıkları, yapacakları konusunda daha titiz davranmaya, ölçüyü, adaleti terk etmeme konusunda dikkatli olmaya yöneltmektedir.

Hangi türden olursa olsun söylemin inşâsında tarihsel arka planda olup bitenlerin, inançların, ideolojilerin, güncel siyasi anlayışın, kültürel geçmişin etkisi ve önemi büyüktür. Almanya’da Almanya Başbakanı Olaf Scholz ile yaptığı basın toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7 Ekim’de Kassam Tugayları’nca başlatılan Aksa Tufanı harekâtı sonrası dünya kamuoyunda İsrail aleyhine oluşan onca tepkiye rağmen Almanya’nın alenen İsrail’i destekleyen beyanlarının yanı sıra silah ve askerî teknolojiyle de İsrail’in yanında yer almasına vurgu yapan söylemi sadece güncel siyasi anlayışın bir yansıması olarak değerlendirilemez.

Hitler Almanya’sında Nazilerin Yahudilere karşı işlediği ve Holokost olarak ifade edilen eylemler bugünün Almanya’sında siyasetçilerin İsrail’e ve Yahudilere desteklerinin geçmişten gelen bir suçluluk duygusunun siyasal anlayışa, dile yansıması olarak da değerlendirilmektedir. Ancak aynı siyasetçilerin örneğin Bosna’da Sırplarca ve Hollandalı NATO askerlerinin gözetiminde gerçekleşen soykırımda, Almanya’daki Türklere karşı işlenen Nazi anlayışıyla beslenmiş cinayetlerde devreye girmemesi de ilginçtir!

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB üyesi ülkelerin bu çifte standardına vurgu yapması Almanya’nın İsrail’e olan desteğini tarihsel mahcubiyetin getirdiği bir zorunluluk olarak görmekten kurtularak değerlendirmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma bugün hemen her şeyiyle gözümüzün önünde gerçekleşen bir soykırıma İsrail’in teopolitik bir anlayışla hareket ederek bir devlet ideolojisi haline getirdiği Tevrat’ta kendilerine vaat edilen topraklar vurgusunu ifade eden “Vaad edilmiş topraklar” ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun İsrail askerlerine yazdığı ve dini referanslara atıfta bulunduğu, İncil’de İsrailoğullarının düşmanı olan Amalekleri hatırlatarak “Amalek’in size ne yaptığını hatırlayın” vurgusuna ilişkin herhangi bir teopolitik söylem karşıtlığı geliştirmeyen İsrail’in hâmisi olan ülkelerin, İslâm ve Müslümanlar söz konusu olduğunda “dinci, radikal, cihatçı, vb.” söylemlerle konuyu açıklamaları da İsrail ile olan dostluklarındaki siyasal dilin ve söylemin etkisini göstermektedir.

İnşâ Edilmiş Gerçeklikten Gerçekliğin İnşâsına…

 Hamas’a bağlı Kassam Tugayları’nın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği operasyon, İsrail’in dünya kamuoyunda Yahudi sermayesinin de gücüyle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana sürekli inşâsına çalıştığı ve Holokost üzerinden kurgulanan mağduriyetin ve mağdurların(!) nasıl zalim olabileceklerini göstermesi açısından da son derece önemlidir.

1947’den beri mazlum ve sığınmacı olarak geldikleri Filistin’de ev sahiplerini “Vaat edilmiş toprakların” sahipleri oldukları iddiasıyla o günden bugüne yaptıkları her türlü illegal yollarla topraklarından eden bir anlayışın bugünkü temsilcilerinin Gazze’de, Filistin’de yaptıkları en basit tanımıyla bir soykırımdır. Ancak beş binden fazlası çocuk olmak üzere sayıları 15 binlere varan kadın ve erkek binlerce sivilin gece gündüz durmaksızın hava bombardımanlarıyla yok edilmeye çalışıldığı, “savaşın hukuku yok mu?” sorusunu sürekli sorduran, ibadet yerlerini, okulları, mülteci kamplarını, hastaneleri sürekli bombalayanların yaptığı soykırımın uluslararası arenada kabul görmesi, maalesef soykırımı tanımlayacak ve kabullenecek güçlerin buna yaklaşımıyla da yakından ilişkilidir.

Ne ki her şey gözümüzün önünde olmasına rağmen her türlü medyatik engellemelere, siyasal erkin manipülatif propagandalarına rağmen insanlık vicdanı yaşananlara seyirci kalmıyor ve insanlığın vicdanı İsrail’in bu zulmünü, başta ABD ve AB ülkelerinin yöneticileri olmak üzere tüm dünyada bu katliama seyirci kalan hükümetleri telin ediyor.

Büyük Bir Zulüm!

İsrail’in “kendini savunma hakkı” olduğu iddiasıyla İsrail’in yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışanların İsrail’in bölgede işgalci olduğunu, yerleşimciler adı altında Filistinlileri kendi topraklarından sürgün ettiğini, mülteci kamplarında hayatı yaşanmaz hale getirdiğini, Gazze’yi bir açık hava kampına dönüştürdüğünü görmezlikten geldiği bilinmektedir. Ancak bugün İsrail’in saldırılarının ardından ortaya çıkan ve Aksa Tufanı ile apaçık ortaya çıkan bazı göstergeler sadece Filistin’le gönül bağı, inanç bağı olan devletleri, insanları değil dünya kamuoyunu da harekete geçirmiştir. Bugün İsrail’in eylemlerinin ortaya çıkardığı yeni göstergeler bize Holokost yaşayan bir ulusun holokosttan beter bir zulme kalkışmasının nasıl izah edilmesi gerektiği sorusunu sordurmaktadır.

Bilindiği gibi göstergeler görünenler üzerinden görünmeyen anlamları ortaya çıkarmamızı, çağrışım yoluyla olan biteni anlamamızı ve bu yolla anlama ulaşmamızı sağlar. Aksa Tufanı’na kadar görünen şuydu: İsrail bölgede aşılmaz teknolojik sistemlerle desteklenen bir savunmaya sahip güçlü ordusu olan bir devletti. Bu devlet, Hamas’ı sözde terör örgütü olarak tanımlayıp bunu gerekçe göstererek insanlık dışı eylemlere girişmekteydi ve bu eylemler ABD ve AB üyesi devletlerce görmezden gelinerek İsrail açıktan açığa desteklenmekteydi.

Bugün gelinen nokta bize İsrail’in aslında sözde bir terör eylemine karşı mücadele eden değil aksine teopolitik amaçları doğrultusunda uzun vadeli planlarını gerçekleştirmeyi amaçlamış ve bu yolda her türlü zulmü yapmayı kendinde hak görmüş bir devlet olduğunu göstermektedir.

Gösterge onu inşâ edenlerin elinde, dilinde bir başka mağduriyete, mazlumiyete yol açarken artık o ne bir zulüm ne de  bir mağduriyet olarak değerlendiriliyordu. Göstergeyi inşâ edenler artık Gazzelileri “hepsi hapishaneye konulamayacağına göre…” (elbette öldürülerek hapishaneye konulacakların sayısı azaltılarak) kontrol altında tutulması ve en ağır koşullarda zamanla unutularak yok edilmeleri sağlanan “aşağılık mahluklar” olarak anlamlandırıyordu.

Tarihe Hesap Verecek Olanlar Hesap Verileceğine İnanarak Hareket Ederler

Hitler yaşarken hesap vermedi ama bugün Hitler zalim olarak anılırken Naziler ve Yahudiler üzerinden oluşturulan algı yeni bir Nazi anlayışının İsrail eliyle oluşmasına yol açıyordu. Bugün Hitlerin hesabını Almanya’da yaşayanlar, Alman devlet yöneticileri ödeyerek, İsrail’e bırakınız ses çıkarıp yaptıklarına engel olmaya çalışmayı aksine Hitler’den kalan hesabı bir mahcubiyet(!) duygusuyla (mı?) fazladan bahşiş de vererek ödüyorlar ve Filistin’de, Gazze’de yaşanan Nazi benzeri katliamlara silah desteği sağlayarak Hitler’in hesabını kapatmaya çalışıyorlar.

7 Ekim’e kadar seyrettiğimiz bütün Holokost filmleri artık bir gösterge olmaktan çoktan çıkmış, her biri “mağdur Yahudi” düşüncesini inşâ ederek İsrail’in her türlü katliamına kılıf sağlayan birer gerekçe oluşturur hale gelmiştir maalesef!

Bundan böyle ne Schindler’in Listesi ne de Piyanist artık birer gösterge olarak Holokost’u değil Holokost’u yaşayanların bugün Holokost benzeri başka bir zulmü Filistin’de Filistinlilere yaşattığını hatırlatacaktır!

Dünya devletleri hükümetleri vasıtasıyla çok azı hariç İsrail ve onun hamiliğine soyunanların yanında yer alırken aynı devletlerin insanları sokaklarda yöneticilerine isyan ederek insanlık vicdanını harekete geçirmek üzere İsrail’in teopolitik bir anlayışla Filistin’de yaptıklarını protesto ediyorlar.

Kişisel hırsları, ulusal çıkarları için insanlığı ateşe atmaktan çekinmeyenler sadece tarihte onlara atfedilen zalim sıfatıyla anılmakla kalmayacak, insanlığın vicdanında da mahkûm edilerek yokluğa terk edilecektir.

Ve asıl unutulmaması gerekense Allah’ın âdil sıfatıyla hak edene hakkını er ya da geç vereceğidir.

Mazlumun zalime dönüşmesi onun ancak kurgulanmış, üretilmiş gerçekliklerle inşâ ettiği mağduriyetler üzerinden gerçekleşir.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu