Avrupa Komisyonu aday ülke statüsünde olan Türkiye ile ilgili yıllık raporunu 8 Kasım’da yayımladı. Geçtiğimiz aylarda Avrupa Parlamentosu da Türkiye ile alakalı kapsamlı bir rapor ortaya koymuş ve alışılagelmiş şekilde Türkiye’nin adaylığını hukuki prosedürlerden ibaret bir süreç gibi suni bir değerlendirme ortaya koymuştu. Tabi ki AB bürokrasisinde Komisyon Parlamento’ya göre daha belirleyici bir roldedir. Hatta üye devletlerin güdümünde ilerleyen AB savunma ve güvenlik politikalarında bile Komisyon’un rolünün her geçen sene daha da arttığı AB elitleri arasında yaygın bir inanıştır. Dolayısıyla adaylık sürecinin müzakere fasıllarının her birinin incelendiği bir rapor olarak bu dokümanın yazım dili, ortaya koyduğu eleştiriler ve övgüler aslında AB-Türkiye ilişkilerinin hangi düzeyde ilerlediğini gösteren bir turnusol kâğıdı niteliğindedir. İlişkilerin son yıllardaki seyrine bakıldığında her ne kadar bir analiz için bu gibi raporlara ihtiyaç duymasak da önceki raporlarla yapılacak bir kıyaslama iki taraf arasında sona eren yahut devam eden sorunlu alanları görmek açısından faydalıdır.
Raporun Ana Hatları
Bundan önceki iki raporda AB tarafının Türkiye’ye getirdiği eleştirilerin dış ve güvenlik politikası açısından odak noktası Doğu Akdeniz’de hidrokarbon arama faaliyetleri, sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik hakları, tek taraflı bir iddia olarak Yunan kara suları ve hava sahasında Türk silahlı kuvvetlerinin eylemleri, Rusya ile ilişkiler, Libya’da Türk etkisi ve Suriye’de yapılan anti-terör operasyonlarıydı. Öyle ki rapor Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP) dahilinde olan bu meselelerde Türkiye’nin AB’ye ne kadar uyumlu olduğuna dair sırasıyla yüzde 7 ile 11 arası bir oran bile veriyor. Son rapora gelindiğinde ise Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’de tansiyonu düşürmesini olumlu bir ilerleme olarak görürken bu sefer denkleme Rusya’ya karşı AB yaptırımlarının neden desteklenmediği sorunu ekleniyor. Ayrıca 7 Ekim’de başlayan Aksa Tufanı Operasyonu’na karşı Türkiye’nin Hamas’ı terör örgütü olarak tanımaması ve İsrail’e karşı pozisyon alması eleştiriliyor.
İç politikada ise rapor, AB müktesebatının binbir çeşit detaylarında Türkiye’yi eleştirme çabası aynı başlıklarda devam ederken önceki raporlara ek olarak bu yılki cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri ayrıca gündeme getiriliyor. Seçim öncesinde medyada AK Parti’nin orantısız şekilde daha çok desteklendiği ve iktidarın gücünü propaganda çalışmaları için medyada kullandığı iddia ediliyor. Yine seçim haricinde Türkiye’de yargı bağımsızlığına getirilen eleştiriler var. Ancak bu eleştirilerin Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın hapishanede olmaları, kayyum atanan belediyeler ve FETÖ-PKK iltisaklı kişilerin aldıkları cezalar üzerinden gerekçelendiriliyor olması raporun meşruiyetini ve hangi maksatla yazıldığını gösteren en önemli göstergeler. Bu konu başlıklarının her birinin önceki raporlarda da birebir aynı cümlelerle verildiği de düşünülürse AB için Türkiye gündeminin 2023 yılında da aynı retorik üzerinden işlendiği açıkça görülüyor.
Peki AB Türkiye’yi Eleştirdiği Konularda Kendisi Nasıl Bir Sınav Veriyor?
Son yıllarda AB tarafından gerek yayımlanan raporlar gerek liderlerin konuşmaları hep aynı argümanlar üzerinden şekilleniyor. Ve tabi ki bu argümanlar Batı normları ve insan hakları süsüyle servis ediliyor. Dolayısıyla hem Türkiye’de hem Avrupa kamuoyunda alıcısı çok fazla. Türkiye’nin dış politikasında takındığı proaktif tutumun AB’nin kendi hinterlandı olduğunu düşündüğü alanlarda etkili olması doğal olarak tepki çekiyor ve bu gibi raporlarda kendine yer buluyor. Uluslararası ilişkiler sıfır toplamlı bir oyun dolayısıyla Türkiye etki alanını genişlettikçe en yakın komşularının bundan rahatsız olması anlaşılabilir. Ancak AB burada açıktan güreşmiyor çünkü dış ve güvenlik politikaları açısından yeterli mekanizmalara sahip değil. Dolayısıyla adeta küçük bir devlet gibi elindeki tek imkân olan ekonomik havuç ve sopalarla bir de rakip gördüğü ülkelerin iç politikalarına yönelik algı çalışmalarıyla mücadele etmeye çalışıyor. Türkiye örneğinde de durum bundan ibaret. Basın özgürlüğü eleştirisi getirdiği Türkiye’ye karşı AB genelinde bütün başkentlerin ileri gelen basın yayın organlarıyla eş zamanlı algı operasyonu gerçekleştirmeye çalışıyor. Yani tarafsız olması gerektiğini iddia ettiği basını -ki bu bana göre tartışmalıdır- doğrudan bir dış politika enstrümanı haline getiriyor.
Öte yandan Türkiye’ye yönelik bir diğer eleştirisi Türkiye’nin Suriye, Irak ve Libya gibi kriz alanlarında ortaya koyduğu muazzam terörle mücadele operasyonlarında sivil kayıplar olduğu iddiaları. Tabi ki bu bir iddiadan ibaret, öyle ki sivil kayıp olarak basına servis ettikleri kişilerin eli kanlı teröristler olduğuna birçok kez şahit olduk. Yine Türkiye’nin meskûn mahal operasyonlarında dahi ulusal güvenliğini böylesine tehdit eden bir meselede bile her türlü maliyete rağmen sivil hassasiyetinden asla taviz vermediğini biliyoruz. Peki AB sivil ölümlerine nasıl bakıyor? Aslında Filistin’de yaşanan soykırım bu noktada AB için de bir turnusol kâğıdı oldu. AB Komisyonu Başkanı von der Leyen’in adeta İsrail savaş kabinesi üyesi gibi çalışıyor oluşu, AB Yüksek Temsilcisi’nin tarafsız olma çabaları veya üye ülke liderlerinin İsrail’in bu katliamını meşrulaştırma çabaları tüm dünya kamuoyuna AB normlarının nasıl birer balondan ibaret olduğunu da göstermiş oldu.
Türkiye-AB İlişki Dinamiği
Artık AB’nin takkesinin tamamen düştüğü bir ortamda Türkiye-AB üyelik sürecinin hukuki değil tamamen siyasi olduğu gerçeğini her fırsatta söylemek gerekmekte. Önceki yazılarda bahsettiğim gibi, Türkiye ve AB arasında 2000’lere kadar gelen asimetrik ilişki biçimi artık yerini Türkiye’nin lehine bir dengeye bıraktı. AB’nin bu çırpınışları da tamamen ilişkileri bu eski dinamiklerle yürütme çabasından ibaret.
Yine siyasi olduğunu söylediğim AB üyelik süreci, nihayetinde bir devletler arası müzakere sürecinin sonunda olumlu veya olumsuz olarak neticelenecek. Ancak bu gibi müzakereler diplomatik nezaket içerisinde liberal bir anlayışla işbirliğinin herkese nasıl fayda getireceğini hayal ettirdiği bir ortamda oluşmaz. Aslında taraflardan birinin diğerine bir kararı dikte edebilecek gücünün olmasıyla açıklanır. Türkiye ve AB arasındaki güç asimetrisi, AB’nin yıllar boyunca üyelik sürecinin hukuki bir prosedür gibi ilerlemesini dikte etmesi ve kabul ettirmesini sağlıyordu. Ancak şu an taraflar arasında oluşan yeni güç dengesi hâlâ kabul edilmek istenmiyor. Burada AB’nin ABD’den aldığı cüret de kendini dev aynasında görmesinin başlıca sebebi. Ancak AB çevresinde ortaya çıkan krizlerde ABD’nin maliyeti bölge ülkelerine dağıtma stratejisi devam ettiği müddetçe, birlik üyeleri zorla da olsa Türkiye ile oluşan bu yeni dengeyi kabul etmek zorunda kalacaklar. Bugün Ukrayna’da devam eden savaşta Türkiye Ukrayna’ya açıktan destek veren ama aynı zamanda Rusya ile denk bir aktör gibi masaya oturabilen tek NATO ülkesi olduğu gerçeğinden bu eleştirdiğimiz raporlar bile bahsetmektedir. Tahıl koridoru meselesi keza aynı şekilde anlatılır. Dolayısıyla er ya da geç bölgede her yeni meselede benzer senaryoyu tecrübe ettikçe, Avrupa Birliği bugün ABD’ye güvenerek bilinçli olarak görmezden geldiği Türk çıkarlarına algı çalışmalarıyla zarar vermeye çalışmaktan vazgeçmek zorunda kalacaktır.