İngiltere’de göçmen karşıtlığı ve aşırı sağ yönelimlerle özdeşleşmiş İçişleri Bakanı Suella Braverman’ın görevden alınması beraberinde bir kabine revizyonu da getirdi. Filistin’de devam eden katliamlara karşı İngiltere’de birçok şehirde devam eden sokak gösterilerini birer nefret yürüyüşü olarak tanımlayan ve hatta Londra polisinin de taraf tuttuğunu iddia ederek güvenlik güçleriyle girdiği polemiklerle gündem olan Braverman, Başbakan Rishi Sunak tarafından görevden alındı. Diğer Batı ülkeleri gibi İsrail’in uyguladığı vahşet ve soykırıma sessiz kalan Sunak Hükümeti milyonlarca Müslümanın yaşadığı İngiltere’de her geçen gün biraz daha tepki topluyor. Halihazırda Sunak, İngiltere’de İslamofobi konusunda mimli bir aktör. Daha önce İslamiyet ve terörü aynı çerçevede ele almış ve “İslamcı aşırılık” gibi söylemleri olduğu için oldukça eleştirilmişti. Yani Suella Braverman ile Sunak aslında benzer tonda siyaset yapan iki popülist figür. Dolayısıyla bu kabine revizyonu aslında biraz da olsa Sunak’ın üstündeki baskıyı hafifletmek için kurban verme yani sokağı sakinleştirme çabası olarak okunabilir.
Dışişleri Bakanı James Cleverley yeni İçişleri Bakanı olarak atanırken, gündemin en sıcak maddesi ise eski Başbakan David Cameron’un yeni Dışişleri Bakanı olarak atanması oldu. Hatırlanacağı üzere 2010-2016 yılları arasında Muhafazakâr Parti lideri ve İngiltere Başbakanı olarak görev yapan Cameron, ülkeyi Brexit’e götüren süreçte ne kendi partisini ne muhalefeti memnun edebilmişti. Ülkeyi Brexit referandumuna götüren Cameron, sandıktan AB’den ayrılma sonucunun geleceğini sanmıyordu. Dolayısıyla hem bu referandumu yaptırarak AB karşıtlarını mutlu edecek hem de kendi istediği şekilde ülkenin AB üyeliğini devam ettirecekti. Ancak bu hesap tutmayınca Brexit oylamasından saatler sonra görevini bırakmıştı.
David Cameron’un yeniden siyasete dönüşü tartışmaları da beraberinde getirdi. İngiltere’nin Tony Blair’den bu yana çalkantılarla dolu iç siyasetinin belki de en tartışmalı ismi olan Cameron, kimilerine göre Sunak Hükümeti için seçimler arifesinde riskli bir tercih. Muhafazakâr Parti içinde devam eden lider arayışları sebebiyle Boris Johnson ve Liz Truss’ın ardı ardına koltuğundan olduğu düşünülürse Sunak parti içinde Liz Truss’a bile kaybetmiş güçsüz bir Başbakan figürü. Dolayısıyla kabinesine bir tartışmalı ismi daha alması bu açıdan bakılınca riskli olarak nitelendiriliyor. Şu ana kadar parti içinde pozisyonunu aşırı sağ eğilimli siyasetçilerle işbirliği içinde özellikle göçmen karşıtlığı üzerinden ürettiği popülist söylem ve eylemlerle güçlendirmeye çalışan Sunak için Cameron oldukça ılımlı bir profil olarak göze çarpıyor. Her ne kadar Sunak Hükümeti, AB konusunda özellikle Johnson’a göre daha uzlaşmacı olsa da Brexit’i ne olumlu ne de olumsuz bir politika malzemesi olarak kullanmaktan kaçınıyor. Çünkü Muhafazakâr Parti’nin iç dengeleri öylesine karışık ki riskli alanlara girmek her an Sunak’a da önceki Başbakanların akıbetini tattırabilir. Dolayısıyla Cameron’un AB tartışmalarını yeniden alevlendirecek herhangi bir hamlesi Sunak’ı zor duruma düşürebilir.
Ancak bu atamaya alternatif bir yaklaşım geliştirmek de mümkün. Cameron aslında karmaşık kararlar alan bir lider değildi. Aksine oldukça pragmatist bir tarzı olduğu da söylenir. Özellikle dış politikada İngiltere’nin devam eden Amerikancı yaklaşımına asla ters düşmemeye çalışırken ülke çıkarlarını da hesaba katan ancak kritik anlarda sorumluluğu üstünden atmayı da kolayca yapabilen bir aktör. Örneğin, 2010 yılında Türkiye’nin AB üyeliğini desteklerken Brexit arifesinde tam tersi pozisyon almıştı. Brexit yanlıları, Türkiye’nin olası AB üyeliği senaryosunda Türk göçmenlerin İngiltere’yi istila edeceği argümanları üstünden kampanya yürütüyordu. Brexit karşıtı olan Cameron ise bunun mümkün asla olmayacağını birçok kez dile getirerek bu argümanları çürütmeye çalışıyordu. Yani onun için anın gereklilikleri her zaman ön plandadır. Yine Suriye İç Savaşı başladığı tarihten itibaren “Assad Must Go” söyleminin en büyük savunucularından biriyken Esad Rejimine karşı askeri müdahale yanlısı bir tutum sergiliyordu. Ve bu operasyonun nihai amacı doğrudan rejim değişikliği olmalıydı.
Ancak 2013 yılında Doğu Guta ’da kimyasal silah kullanımı sonrası dönemin ABD Başkanı Obama’nın deklare ettiği kırmızı çizginin aşılması olayında İngiliz Parlamentosu Suriye’de askeri bir operasyona İngiltere’nin katılmasını veto etti. Cameron bu noktada Parlamento kararını kendine bir siper olarak kullanmıştı. Çünkü ABD olası bir operasyonun amacını rejim değişikliğiyle değil, sadece kimyasal silah kullanımını cezalandırmak ile sınırlıyor olması Cameron’un 2011 itibariyle tasarladığı çözüm senaryosuyla uyuşmuyordu. Neticede zorunlu olmamasına rağmen askeri operasyonu parlamentoda oylamaya sunmuş ve çıkan veto sonrası ABD tarafından gelen eleştirileri de by-pass etmişti. Hatırlanacağı üzere Cameron, Kaddafi’ye karşı Libya’da yapılan NATO operasyonunun Sarkozy ile birlikte liderlerinden biriydi. Ve Libya’ya yönelik herhangi bir Parlamento oylaması da yapılmamıştı.
Aslında 2016’da Brexit oylamasında da benzer bir stratejiyle hareket etmiş ancak bu sefer oylama sonucu beklediği gibi olmamıştı. Yine de bu örneklerden de anlaşılacağı üzere Cameron esnek bir siyasetçi. Hem ABD hem AB hem de bölge ülkeleriyle bu esneklik dahilinde sıkışmadan siyaset yapabiliyor olması da son dönemde özellikle Orta Doğu ve Pasifik’te tırmanan gerilim düşünüldüğünde, İngiltere’nin Brexit sonrası yeniden inşa etmeye çalıştığı dış ilişkiler açısından kullanışlı bir özellik. Dolayısıyla Sunak bu zamana kadar pek de varlık gösteremediği dış politika meselesini adeta taşere etmiş oldu. Öte yandan kendi kabinesine göre daha ılımlı bir profil olan Cameron, devam eden Filistin yanlısı gösteriler açısından da öne çıkarılabilecek bir figür. Ayrıca siyasi bagajının getirdiği medyatiklik de bütün bu dış politika yönetim sürecinde doğacak iç siyasi maliyetlerin Sunak’tan önce bir paratoner gibi Cameron’da toplanmasına sebebiyet verebilir. Bunlardan hareketle Sunak kendisine siper olacak bir aktörü oyuna sürdüğünü düşünüyor olabilir.