Orta Doğu’nun İsrail Sorununda Savaşın Bölgeye Yayılması Riski ve Vekalet Savaşları

Aksa Tufanı Operasyonunun oluşturduğu yeni düzlem ve sonrasında İsrail’in katliamlarının oluşturduğu durum neticesinde krizin bölgesel bir savaşı tetikleyip tetiklemeyeceği oldukça tartışıldı. Ayrıca Lübnan, Suriye ve Yemen başta olmak üzere bölgede yaşanan karşılıklı saldırılar da bir bölgesel savaş ihtimalinin kanıtları olarak konuşulur oldu. Öyle ki, Lübnan İsrail sınırında karşılıklı olarak yerleşim yerlerinin boşaltılması, Hizbullah ve İsrail’in kara ve havadan birbirini hedef alması, İsrail’in Suriye’de Şam ve Halep havalimanlarını üst üste vurarak kullanılamaz hale getirmesi, Şii milislerin Irak ve Suriye’de ABD üslerine saldırılar düzenlemesi, Yemen’de Husilerin İsrail’e savaş ilanı ve ateşlediği balistik füzeler gibi olaylara baktığımızda her an bu ülkelerin ve devlet dışı aktörlerin dahil olduğu bir savaşın çıkma ihtimali gündeme getiriliyor. Üstüne ABD’nin Doğu Akdeniz’e yolladığı filo ve nükleer denizaltı da muhtemel bir savaşa kanıt olarak sunuluyor.

Peki bu saldırıları nasıl okumak gerekiyor? Tarafların saldırılarının kapsamı ve yoğunluğu bize bölgesel savaş ihtimaliyle ilgili neler anlatabilir? Bölge ülkelerinin krize yaklaşımı ve vekil aktörlerin kullanımı nasıl bir davranış kalıbını anlatıyor? Bu sorulara cevap aramak, krizde İsrail’in Gazze’ye yönelik kara harekâtı ve katliamları sonrası oluşacak yerel durumdan bağımsız olarak bölgesel bir savaş ihtimalini ve İsrail ile ilişkileri daha net anlamayı sağlayacaktır.

Bir müdahalesizlik aracı olarak vekalet savaşları

Bu noktada açıkça belirtmek gerekirse bu çatışmalar ve karşılıklı saldırılar bölgesel bir savaş riskini artırmaktan öte azaltan ve hatta aktörlerin böyle bir savaşa gönüllü olmadığını ortaya koyan olaylar bütünü olarak görülmelidir. Yani kısaca cevaplayacak olursak, karşılıklı saldırılar bu düzeyde kaldığı müddetçe aktörler arasında bir bölgesel savaş ihtimali oldukça düşük görünüyor. Bu açıdan vekalet savaşı kavramı hem güncel siyasette hem de akademide sıkça kullanılan bir kavram olsa da açıklama gücü ışığında, prensipleri ve çalışma koşulları bakımından daha ayrıntılı bir ilgiyi hak ediyor.

Krizin seyrinin vekalet savaşları ve dolaylı mücadele üzerinden devam etmesi, aktörlerin savaşın bölgeselleşmemesi konusunda hemfikir olduğunun en büyük göstergesidir. Özellikle Hizbullah’ın bile krize müdahil olmaktan geri durmasıyla Suriye ve Yemen gibi iç savaşın devam ettiği ve farklı grupların hareket alanına sahip olduğu sahalar, İsrail’e cevap verme alanları oldu. ABD’nin Akdeniz’e kaydırdığı uçak gemisi filosu ve nükleer denizaltılar, Amerikan tarafından yapılan açıklamalarla da açıkça belirtildiği gibi bölgedeki aktörlerin krize İsrail aleyhine müdahil olmasını ve savaşın bölgeye yayılmasını engellemeyi amaçlamakta. Bu da İsrail’in Aksa Tufanı Operasyonu ile ciddi hasar gören caydırıcılığının ABD eliyle ikame edildiği bir ortam doğurmakta.

Mücadelenin vekalet savaşı karakterinde ve vekil aktörler üzerinden yürütülüyor olması, hatta Hizbullah gibi bazı merkezi vekil aktörlerin bile bu mücadeleye dahil edilmiyor oluşu savaşın seyrini gösteren en önemli parametredir. Dolayısıyla vekalet savaşı aslında savaşın ana aktörler arasında bir sıcak çatışma olasılığının olmadığının en büyük kanıtıdır. Suriye üzerinden yaşanan vekalet savaşı da savaşın bölgeselleşmeyeceğinin ve aktörlerin aslında ana krizde mevcut pozisyonlarını korurken başka kriz bölgelerinde statüko içerisinde farklı düzeyde kazanımlar peşinde koştuğunu göstermektedir.

Dolayısıyla bölgedeki aktörler, AB’nin kriz bölgelerine müdahil olmamasını tanımlamak için kullanılan stratejik hareketsizlik kavramsallaştırmasında olduğu gibi İsrail katliamlarına karşı stratejik hareketsizliklerini, vekalet savaşını kullanışlı hale getirerek yansıtıyorlar. Bu stratejik hareketsizlik, Amerikan gazabını üzerine çekmemek gibi sebeplerin yanında İsrail ile normalleşen veya normalleşme süreçlerinde olan Körfez’in Filistin desteğinin Körfez açısından potansiyel bir tehdit olarak görülen Hamas’a ve son dönemdeki yakınlaşma sebebiyle İran’a fayda sağlayacağı düşüncesi gibi küresel ve bölgesel sebeplere dayanıyor.

İran için Suriye sahasının kullanışlılığı

İran’ın medya aracılığıyla dolaylı olarak Filistin için savaşa girmeyeceğini ilan etmesi sonrası asıl odak Lübnan’da Hizbullah’ın İsrail’e karşı bir cephe açıp açmayacağına dönmüştü. Geçtiğimiz cuma günü Hizbullah lideri Nasrallah’ın açıklaması, uluslararası kamuoyunda büyük bir heyecanla beklense de günün sonunda Nasrallah 7 Ekim saldırılarıyla bir alakaları olmadığını belirttiği gibi İsrail karşıtı klasik retoriklerini sıralayarak konuşmasını bitirdi. Bu da Hizbullah’ın da İsrail’le mevcut angajman düzeyinden ötesine geçmeyeceğinin ve bölgesel bir savaşa yol açacak eylemlerden kaçınacağının açık bir ilanı oldu.

Diğer yandan yine geçtiğimiz hafta kamuoyunda Yemen’in İsrail’e karşı savaş açtığı haberi büyük bir yankı bulsa da bölgeyi az çok yakından takip eden herkesin bildiği gibi Yemen’deki iç savaşın taraflarından olan İran destekli Husiler, Yemen’i temsil eden meşru bir yönetim değil. Dolayısıyla bu da İran vekil aktörünün sembolik bir karşı çıkışından öte değil. Ancak Husilerin İsrail’e ateşlediği füzeler dikkat çekici ve önemli olsa da Husilerin bu hamlesi hem savaşın geleceği hem de bölge için çok küçük bir etkiye sahip olduğu için bir bölgesel savaşa yol açması mümkün değil.

Dolayısıyla bölgede İsrail’le bir savaşa yol açmayacak ancak belirli düzeyde cevapların da verilebileceği kontrollü bir mücadele için en kullanışlı bölge olarak Suriye ortaya çıkmakta. Tam da bu yüzden İran’ın kontrolündeki Şii milislerin Irak ve Suriye’deki Amerikan üslerine düzenlediği 40’ın üzerindeki füze saldırısı da bu trendin bir parçası olarak okunmalıdır. Buna göre İran, 1979 devriminden beri tıpkı eski Arap rejimleri ve liderleri gibi ideolojisinin bir parçası ve iç politikada rıza üretme aracı haline getirdiği, uğruna ordu ve milis topladığı Filistin meselesinde bir cevap üretmek için şimdilik yalnızca Suriye sahasını kullanmaktadır.

İran’ın doğrudan bir savaşa dahil olmaktan bile öte, en güçlü vekil aktörü olan Hizbullah’ın bile İsrail ile zımni angajman düzeyini aşmasına izin vermemesi, konuşulan bölgesel savaş ihtimalinden ve senaryosundan ne kadar uzak olduğumuzun en önemli kanıtı olarak ortada durmaktadır.

Tüm bunların üzerine ABD’nin eski başkanı ve 2024 seçimleri için muhtemel adaylarından Donald Trump’ın 6 Kasım’da İran hakkında yaptığı açıklamalar da İran’ın bölge politikasındaki tedbir ve kontrollü gerginliği ortaya koyması açısından değerlidir. Trump’ın sözlerine göre İran, ABD’nin Kasım Süleymani suikastına cevap olarak Irak ve Suriye’deki ABD üslerini hedef almak için ABD yönetimiyle iletişime geçmiş ve bu saldırıların meşru bir cevap olduğu ancak Amerikan askerlerine bir zarar verme amacı içermediğini iletmiştir. Her ne kadar Trump’ın çizdiği siyasi profil sebebiyle sözlerinin ne derece doğruluk veya abartı içerdiği tartışmalı olsa da o dönem medyaya benzer iddiaların yansımış olması ve İran’ın tarihten günümüze bölgedeki kontrollü gerginlik ve asimetrik alandaki mücadele stratejisi göz önüne alındığında sözlerini doğru kabul etmek mümkün görünmektedir.

Sonuç olarak tüm bu örnekler İran ve vekil aktörlerinin İsrail’in Gazze’deki herhangi bir saldırı ve katliamına karşı bölgesel bir savaşı tetikleyecek cevaplardan kaçınacağına işaret etmektedir. Bu noktada Suriye ve Irak’taki ABD üslerine benzer kontrollü saldırıların devam etmesi, Hizbullah ile İsrail arasında sınır boyunca karşılıklı topçu atışları ve saldırıların sürmesi en muhtemel senaryodur.

Körfez için jeopolitik hesaplar Filistin’den daha ağır basıyor

Muhtemel bir bölgesel savaşın taraflarından olması beklenen Körfez ülkeleri ve Arap devletleri de İran’dan farklı bir pozisyona sahip değil. İran gibi bu ülkeler de Filistin meselesinin yerel kalması ve rejimlerine ek maliyetler üretmesinden kaçınan bir yaklaşımı yürütüyorlar. Ancak İran’dan farklı olarak Körfez için temel güdü, ABD gazabından çekinmekten de öte ABD ile ilişkileri kırmamak ve İsrail ile ilişkilerin düzeltilemez hasarlar almasını engellemek gibi duruyor. 7 Ekim öncesinde BAE’nin 2020’de İsrail ile normalleştiği, Suudi Arabistan’ın ise normalleşme sürecinin son aşamasında olduğu bu ortamda bu ülkeler için İsrail katliamlarından daha çok İsrail katliamlarının jeopolitik bir mücadeleye dönüşmesi daha büyük bir tehdit algısı içeriyor.

Dolayısıyla sınırlandırılmış, Gazze’nin tamamen yok edilmediği ve Filistinlilerin tamamen Mısır’a tahliye edilmediği bir İsrail politikası Körfez ülkeleri için kabul edilebilir düzey gibi görünüyor. Hamas’ın zayıflatılarak hatta tamamen elimine edildiği bir ortamda Körfez rejimlerine ve İsrail ile ilişkileri yıkmaya bir tehdit oluşturmayacak bir yönetimin gelmesi Körfez için en tercih edilen durum olarak öne çıkmakta.

Tüm bunlar ışığında Körfez ülkelerinin İsrail’e karşı bölgesel bir savaşa girmesi beklentisinden bile öte, İsrail’e karşı diplomatik düzeyde köprüleri atacak bir pozisyona geçmeleri bile muhtemel görünmüyor. Bunun yerine ABD ile müzakere ve pazarlıklar üzerinden İsrail’in sınırlandırılması ve bölgede statükonun bozulmadığı bir ortamda Körfez-İsrail normalleşmesinin başarıyla sonuçlandırılması ana amaç olmaya devam ediyor.

Sonuç

Artık belli oldu ki hiçbir katliam bölge ülkelerinin krize müdahil olmasına ve bölgesel bir savaşa sebep olmayacak. Körfez için hızlı bir katliamla krizin hızlıca sonlandırılması ile tüm mesele kapanacakken, İran için ise İran güçlerine ve vekil aktörlerine ağır maliyet üretecek bir saldırı serisi olmadığı müddetçe bu katliamlar sadece jeopolitik bir oyunun parçası. Çünkü İran’ın ulusal güvenliğini sınır ötesinde Irak, Suriye ve Lübnan’da sağlama yaklaşımı Filistin ve Gazze’yi içermiyor. Dolayısıyla Hamas, her ne kadar Aksa Tufanı öncesi Hizbullah ve İran ile yakınlaşması üzerinden bir vekil aktörlükle anılır olsa da İran Hamas ilişkisi İran’ın uğruna bölgesel bir savaşa gireceği kadar stratejik değil. Bu yüzden de İran’ın Hamas ve Filistin için bir müdahalede bulunması oldukça uzak bir ihtimal olarak duruyor.

ABD’nin Doğu Akdeniz’e ve Körfez’e yığdığı donanma bir savaşa sebep olmaktan öte aktörlerin bir bölgesel savaşı tetikleyecek adımlarını caydırma amacı taşımakta. Dolayısıyla bölge aktörleri için bu aşamada krize müdahil olmak, yalnızca İsrail’le bölgesel bir savaşa girmekten öte ABD’ye hedef olmayı da getireceği için bölge ülkeleri bu kâr-zarar hesabında savaşa müdahil olmaktan net bir şekilde kaçınıyor.

Sonuç olarak bölgesel bir savaşa yol açacak şey Gazze’de yaşanan katliamlar veya bir soykırım değil, bölge ülkelerinin ulusal güvenliğini tehdit eden krizler olacaktır. Yakın gelecekte de ne Körfez güvenlik mimarisi ne de İran’ın bölge stratejisi ekseninde böyle bir ulusal güvenlik tehdidi bölge ülkeleri için Filistin meselesiyle bağlı görünüyor. Dolayısıyla tüm mesele İsrail’in ne dereceye kadar zorlayacağı ve cüret edeceği ile ABD’nin ne kadarına onay vereceğinde düğümleniyor. İsrail’in meskûn mahalde karşılaşacağı direniş ve yaşayacağı muhtemel sorunların boyutu ise bölge ülkelerinin Filistin yaklaşımlarını değiştirme potansiyeline sahip. O güne kadar hiçbir katliam aktörlerin hareket etmesine sebep olmayacaktır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu