Siyasi hayatın dekolonizasyonla başladığı Sahra Altı Afrika devletlerinde ilk yıllardan beri en önemli mesele yönetici elitlerin kimlikleri, eğilimleri ve hedeflerini toplumun bütününden ayıran tavırları olmuştur. Afrikalı elitlerin kendi toplumlarından kopukluğu büyük oranda dekolonizasyonun bir kurgu olmasıyla ilgilidir. Sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe geçişte, bağımsızlık verilen devletleri kimin yöneteceği sorusuna odaklanan sömürgeci iktidarlar böyle bir kurguyu sahnelediler. Yönetici elitlerin belirlenmesi ve bağımlılıklarının sürdürülmesi için anahtar faktör eğitim olagelmiştir. Sömürge topraklarda yaşayan büyük klanların lider unsurları ve ailelerinin teşkil ettiği dar bir kesim, İngiltere veya Fransa’da öğrenim görme imkânı bulabilmişlerdi. Bu unsurlardan bir kısmı, dekolonizasyon arifesinde kendi toplumlarının politik temsili adına 1950’lerde sömürgeci devletlerin parlamentolarında milletvekili olarak boy göstermeye başladılar. Esasında bu bir eleme süreciydi, yeni sömürgeci sistemler içinde vazife görecek siyasi elitin bu elemeyle ortaya çıkması bekleniyordu. Bağlılığını kanıtlayanların meşruiyeti kabul görecek ve kendi siyasetinin zirve aktörü olacaktı. Nitekim böyle de oldu. Çiçeği burnunda Afrikalı devletlerin kurucu başkanları bu zümre içinden çıktı, zira bu şablona uymayan pan-Afrikanist veya milliyetçi figürler çeşitli politik manevralarla oyun dışı bırakıldı. Cenevre’de zehirlenen Kamerunlu siyasetçi Félix Moumié, oyun dışı bırakılanlar arasındaki en çarpıcı örneklerden biridir.
Sivil elitlerin belirlenmesi süreci, siyasetçilerle sınırlı kalmadı. Sivil bürokrasiyi oluşturan unsurlar da benzer yöntemlerle sahneye çıkarıldı. Bir kısmı sömürgeci devletin kurumlarında düşük düzeyde görev yapmış olan unsurlarla, diğer bir kısmı da dekolonizasyon öncesi yetkilendirilmiş siyasi elitin tercihleriyle göreve gelen isimlerle bir bürokratik yekûn ortaya konulmuş oldu. Asker bürokrasi için de durum çok farklı değildi. Sömürgeci ordularda çeşitli düzeylerde askerlik hizmeti vermiş olanlar yeni Afrikalı devletlerde silahaltına alındılar. Fransız veya İngiliz askeri teknik danışmanlar, eğitmenler ve uzmanlar önce kalıcı bir askeri eğitim sistemi meydana getirdiler daha sonra ise bu durumu görevlendirme, terfi ve atamalara karışabilecekleri bir nüfuz aracına dönüştürdüler. Afrika kıtasında gerçekleşen 217 askeri darbe girişimi ile düşünüldüğünde etkili bir nüfuz aracı olduğuna şüphe yok.
Oluşturulan düzen, sivil ve askeri elitlerin teknoloji ve modernleşme konularında eski sömürgeci devleti aşamayan bir ufukla sınırlandırılmasını öngörmekteydi. Başka bir model, başka bir ortak, başka bir işbirliği biçimi ile irtibat kurmak hem siyasi hem askeri hem de kalkınma açısından son derece maliyetli bulunuyordu. Daha doğrusu, böyle bulunması için gereken neyse yapılmıştı. Hegemonyayı “rıza” kavramıyla açıklayan Antonio Gramsci’nin söz konusu rızanın inşası için rol alan bileşenleri “organik entelektüeller” olarak tanımladığı bilinmektedir. Başka bir ufka alan açılmaması için gayet gösteren bu etki memurlarının sivil-asker her ortamda var olmalarını sağlayan ise Mamdani’nin “yerel despotlar” olarak andığı yönetici elitleri yeniden üreten bir düzene sahip eğitim araçlarıdır. Metropollerde bulunan Batılı eğitim kurumlarından sahada hizmet veren okul ağlarına, askeri danışmanlık ve askeri eğitim desteğine, kalkınma işbirliği kapsamındaki mesleki eğitim kurslarına kadar bu alanda geçmişte mevcut olan yapıyı inşa eden tüm araçlar Afrikalı toplumların özne olmaya dair arzu ve yeteneklerini törpülüyordu. Sadece dil ve kültür alanında bile sömürgeci alışkanlıkların baskın olduğu bir eğitim politikası güdülüyordu. Ne de olsa, İbrahim Kalın’ın “Modern, Barbar, Medeni” adlı eserinde andığı yazışmada İngiliz sömürgecilerin Hindistan için söylediği gibi “yabancı dil ve kültürleri hakkıyla öğrenen/uygulayanlar kendi din ve milliyetlerine sıkı sıkıya bağlı olmayacaklar’’dı.
Afrikalı elitler, kendi toplumlarından kopuk ve kendi ülkeleri adına vizyonsuz biçimde yetişmekle kalmadılar, kendi kişisel çıkarları için etnik gruplar arasında düşmanlığı körükleyerek ve toplumları siyasal kavganın içine çekerek kendilerini siyasette vazgeçilmez unsurlara dönüştürdüler. Devlet otoritesinin zayıflamasında ve ortak bir meşruiyetin/ortak bir milletin inşasının başarısızlığında etnik rekabetin ve parçalanmanın rolü halen oldukça belirgindir. Elit kesim, dünyadaki gelişmeyle kendi toplumunun eğitimsizliğini kıyaslayarak “kendi toplumundan bir şey olmayacağını” (!) düşünecek ve dış nüfuza kolayca esir olacak biçimde eğitilmişti. Dolayısıyla kendi ülkesinde kurumların inşasına katkı yapmak beyhude bir çaba olarak görülüyordu. Soğuk Savaş sonrasında Batı’nın Afrika kıtası gibi coğrafyalarda otoriter rejimleri alabildiğine desteklemek gibi masraflı işlerden kaçınma eğilimi, pek çok faaliyetin ve dış yardımın sınırlanmasına neden oldu. Kurulu haldeki devşirme tipi eğitim ağları görünürde daha fazla genişletilmese de FETÖ okulları gibi uzantılarla nüfuz genişlemesi sağlanmıştı.
Geçmişten gelen kurulu haldeki devşirme tipi eğitim ağlarının yerini yeni sömürgeci iktidarların desteklediği FETÖ okulları almıştı. FETÖ okullarının Türkiye’ye verdiği yanıltıcı fotoğrafların arkasında yeni bir devşirme düzeni palazlandırılıyordu. Çünkü eski düzenin tadı kaçmaktaydı, ayrıca Türkiye gibi güven veren bir ülkeden geldiğini vurgulayan alternatif bir eğitim ağı Afrika’da olumlu karşılanıyordu. Oluşturulan yeni devşirme düzeni vekâlet yoluyla üretiliyordu. FETÖ’nün 15 Temmuz askeri darbe girişimini gerçekleştirmesiyle, bu okulların Türkiye’den ziyade Batılı devletler tarafından kontrol edildiği zamanla Afrikalılar nezdinde de anlaşılmaya başladı. Yeni sömürgeciliğin aparatı haline gelen bir terör örgütünün dünyanın her yerinde okul işlettiği zamanlardan, maskesinin yırtıldığı ve işlevinin akamete uğradığı devirler geldi. Sadece Afrika’da değil, dünyanın her yerinde yeni sömürgeciliğin yakıtı eğitim sektöründeki faaliyetlerin ürünü olan devşirme elitlerdi. Elitlerin formasyonu konusunda doğrudan ve dolaylı pek çok farklı yöntemin tercih edilmesinin nedeni budur.
Afrika ülkelerinde siyasi işbirliği hususunda olduğu gibi küresel müesses nizam, eğitim faaliyetlerinde de alternatif aktörlerin varlığına uzun yıllar müsaade etmedi. Bu bakımdan FETÖ’nün kolayca ilerleyişi manidar görünüyor. FETÖ ile mücadelenin başlangıcından bu yana Türkiye’nin en etkili ve önemli aracı olan Türkiye Maarif Vakfı, yeni sömürgeci ağların elitlere dair planlarını bozacak şekilde çok geniş bir alanda iddialı bir aktör olarak ortaya çıktı. Başlangıçta FETÖ okullarının etkinliğini kırmak veya bu okulları Türkiye adına devralmak niyetiyle hareket ediliyordu. Fakat bugün Afrika’daki 25 ülkede 170’ten fazla okuluyla, yurt ve eğitim merkezleriyle Afrikalı toplumlara bundan çok daha fazlasını vaat ediyor. Türkiye’nin 2000’lerden itibaren yaşadığı dönüşüm, karşı koyduğu zorluklar ve başarıyla çıktığı her krizden elde ettiği özgüven Afrika insanı için tahmin edilenden çok daha fazla biçimde ilham kaynağı oluyor. Bağımsızlığın ancak zorluklara karşı koyarak gelebileceği ve bu zorluklara cevap vermenin o kadar da imkânsız olmadığı fikri, Türkiye’nin tecrübesi ve kurumları yoluyla hızla yayılıyor. Türkiye Maarif Vakfı’nın küresel ölçekte nasıl bir düzene karşı mücadele ettiğinin resmine bakınca, pek çok ülkede karşılaştığı güçlükler daha anlamlı hale geliyor. Maarif Okullarının dünyanın pek çok ülkesindeki eğitim ve başarı düzeyi kadar uluslararası politika için ne ifade ettiği, faaliyet gösterdiği ülkelerin tarihine nasıl katkı yaptığı da üzerinde düşünmeye değer bir husustur. Çoğunluğu bağımsızlığı adına gerçek birer savaş yürütmemiş olan eski sömürge halkların, içinde bulundukları kötücül döngüden ve yeni sömürgeciliğin tasallutundan ancak Maarif gibi aktörlerin sunduğu farklı eğitim modelleri ve farklı düşünme biçimleriyle forme edilmiş yeni elitlerin bağımsızlık arayışıyla çıkacaklarını tahmin etmek zor değil. Türkiye Maarif Vakfı ve okullarının bu yönde liderlik eden bir cazibe merkezine dönüştüğünü de sahaya giden hemen herkes gözlemleyebilir. Fakat Maarif okullarının tek farkı bu değil. Türkiye’nin bağımsızlık yolunda atmış olduğu güçlü adımlar, Maarif’i Afrikalıların nezdinde daha ciddi, iddiasının altını doldurabilen ve bir gelecek vaadi sunabilen bir kurum olarak kabul görmesini sağlıyor. Maarif’in, Afrika’daki elitlerin dönüşümünde alacağı rolün düşünsel zemini, akademik başarı seviyesinin gölgesinde kalmayacak kadar sağlam. Yerlilik ve millilik temelli fikirlerin Afrika’da yayıldığı bir zaman dilimindeyiz, Maarif gibi kurumlarla Türkiye’nin bu sürece katkısı en üst düzeyde olacaktır.