Ülkemiz Cumhuriyetin 100. yılını kutluyor. 29 Ekim’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla önemli etkinlikler yapıldı. İletişim Başkanlığı tarafından yapılan organizasyonlarda toplumun duygularına hitap edecek birbirinden farklı içerikler paylaşıldı. Bir taraftan askeri kapasiteyi gösteren organizasyonlar gerçekleştirildi diğer taraftan toplumsal dinamiklere hitap eden paylaşımlar yapıldı. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne savunma sanayiinden iletişime toplumsal kapsayıcılıktan demokratik süreçlere nereden nereye geldiği noktasında önemli göstergelerdi bunlar. Bu bağlamda kuruluş döneminden günümüze elde edilen gelişimi dikkate almak gerekir.
Türkiye tarihinde 1920’ler birkaç yüzyılı aşkın süredir yaşanan reform ve siyasi değişim sürecinin önemli bir kırılma noktasını oluşturur. Bir siyasi topluluğun zamana tabi tarihsel bir olgu olduğu ve kendisini kuşatan bir uluslararası sistemin içinde yer aldığı düşünüldüğünde bu şaşılacak bir durum değildir. Devletler çevreleriyle de etkileşim halinde sürekli bir evrim süreci içerisindedir. Osmanlı devleti genişlemenin hâkim olduğu kuruluş ve klasik dönemlerin ardından bir daralma ve savunma dönemine girmiştir. 1920’ler daralma ve savunma dönemi içerisindeki durak noktalarından birisini teşkil etmektedir.
Avrupa’nın askeri ve ekonomik yükselişi Osmanlı Devleti’nin gücünü kırarken, Rusya’nın bir hanedanlık liderliğinde konsolide olması ve nüfuz alanını genişletmek adına giriştiği yayılmacı dış politika toprak kayıplarına ve iç bütünlüğün kaybedilmesine yol açtı. Bu çevresel tazyik sonucunda askeri yanı ağır basan reformlar yapıldı. Avrupa’da başlayan askeri alandaki değişimlere ayak uydurmak için 17. yüzyılın başından itibaren ateşli silahlarla savaşan piyade ordunun temeli haline getirildi. Bunun sonucunda Yeniçerilerin sayısı önemli ölçüde arttı ve ordunun belkemiği haline geldi. Daha öncesinde bu rolü atlı savaşçılar (tımarlı sipahiler) oynuyordu. Ülke savunmasındaki bu değişim ülkenin ekonomi-politik yapısını derinden etkiledi. Merkezde maaşa bağlanan ordunun (ya da Yeniçerilerin) siyasi nüfuzu artarken çevrede merkezi idarenin kontrolü tımarlı sipahilerin gözden düşmesiyle zayıfladı. Merkezde ordu-ulema ittifakı, çevrede ise ayan olarak adlandırılan yerel seçkinler etkin iktidar odakları haline geldi. İmparatorluk gevşemeye başladı.
Osmanlı’nın Son Dönemleri
Yeni askeri yapılanma istenen sonucu vermedi. Fetihler durduğu gibi toprak kayıpları da önlenemedi. Özellikle 18. yüzyıl ağır askeri yenilgilerle geçti. Yeni ordu düzeni ve ona eşlik eden askeri teknoloji Avrupalı rakiplerin elini güçlendirdi. Nihayet ülke savunmasında etkisiz ve reformların önünü tıkayan Yeniçeri ordusu Sultan II. Mahmud tarafından 1826’da kaldırıldı. Bununla birlikte, devletin ekonomi-politik yapısının değişmesiyle imparatorluğun çevre eyaletlerinde nüfuz elde eden ayan sınıfının (ki bunların bir kısmı Yeniçeri kökenlidir) yükselişine de büyük oranda son verildi. İmparatorluk merkezinin eyaletler üzerindeki kontrolünü kaybetmesi büyük bir sorundu. Ayrıca, bu merkezileşme dalgasında merkezdeki siyasi mücadelelerde ordunun doğal müttefiki olan ve reformlara ayak direyen ulema sınıfı da zayıflatıldı. Ulema, sivil bürokrasinin ve oradan da sultanın doğrudan kontrolü altına alındı. 19. yüzyılın ilk yarısında Yeniçeriler ortadan kalkar ve ulema ve ayan sınıfı zayıflarken sultan ve sivil bürokrasinin konumu güçlendi. Devlet yeniden merkezi bir yapıya kavuştu. Modern bir devlet görünümü kazanan imparatorluk gücünü tahkim etti.
Ancak diğer yandan yeni merkezkaç güçler ortaya çıktı. Zanaatkârlar ve tüccarlar devletin kuruluşundan itibaren siyasi-toplumsal düzenin çok önemli bir unsuru olagelmişti. Ancak devletin gücü ve kontrolü ekonomi alanında top koşturan bu sınıfın etkisini uzunca bir süre sınırlandırdı. Öte yandan bu sınıfın modern Avrupa burjuvası gibi siyasi iktidardan pay almaya yönelik siyasi emelleri yoktu. Siyaset ile ekonomi alanları arasındaki ilişkiler çok uzun süre bu şekilde devam etti. 19. yüzyılda siyaset ile ekonomi arasındaki ilişkiler önemli ölçüde dönüşmeye başladı. İmparatorluk, Avrupa’nın ve buradan hareket eden kapitalist sınıfın yükselişiyle iki yüzyılı aşkın bir süreye yayılan süreçte ekonomik bütünlüğünü ve korunaklı konumunu kaybetti. Küreselleşen ekonomik sistemin dışarıdan ekonomik nüfuzuna açık ve ona bağımlı hale geldi. Bu noktada Avrupa ile iş tutan Osmanlı tebaasından gayrı-Müslim tüccar sınıfı ayrı bir güç odağına dönüştü. Ekonomide temellenen bu güç odağının geleneksel Müslüman zanaatkâr ve tüccar sınıfından farklı olarak siyasi emelleri vardı. Bu güç odağının bir kısmı özellikle Balkanlar’da ulusal bağımsızlık hareketlerinin imparatorluktan kopma sürecine liderlik ederken diğer kısmı ise sultana karşı sivil bürokrasiyle beraber hareket ederek anayasal monarşi (meşrutiyet) rejiminin tesisi için mücadele verdi. İmparatorluğun hem merkezinde hem de çevresinde merkezi yönetimi zayıflatma siyaseti güttü. Burjuva ve sivil bürokrasiye 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yeni açılan modern Avrupa tarzı askeri okullarda eğitim gören ve eski gücüne kavuşan ordu da katıldı. Öyle ki 20. yüzyılın başında bu siyasi mücadeleye liderlik eden güç haline geldi. 1909-1918 yılları arasında iktidarı ele geçirdi ve ülkede tek söz sahibi oldu. Bu süreçte imparatorluk dağıldı, sultanın da iktidarı sınırlandırıldı ve elinden alındı.
Cumhuriyetin Kuruluş Süreci
Avrupa’nın yükselişi ve buna eşlik eden küresel ekonomik düzenin ortaya çıkışı Osmanlı devleti içerisindeki iktidar odakları arasındaki ilişkileri dönüştürdü. Yeni uluslararası şartlara adapte olmak için girişilen reformlar ülke içerisindeki iktidar ilişkilerini ve siyasi rejimi derinden etkiledi. Bu reformlar sonucunda ülke yönetiminde söz sahibi bazı siyasi-toplumsal aktörler inişe geçerken diğerleri yükseldi. Bu reformlar ve iktidar ilişkilerindeki değişimler ülkedeki siyasi düzeni ve rejimi yeniden ve yeniden belirledi. 1920’lerde kurulan cumhuriyet rejimi yüzyıllara yayılan bir sürecin devamı niteliğindeydi. Radikal olarak görülecek değişimler devletin kurucusu olan sultan-halife makamının ortadan kaldırılmasıydı. Kültürel-siyasi olarak buna eşlik eden radikal değişim de Türk-İslam geleneğinin yerini Avrupalı Aydınlanma geleneğinin almasıydı. Bu noktadan sonra siyasetin meşruiyet çerçevesi kültürel olarak yabancı olan dinamikler tarafından çizilmeye başlandı. Kemalist bürokrasi ve ona eklemlenmiş toplumsal kesimler tarafından cumhuriyetin sürekli olarak “laik” sıfatıyla (militan, laik cumhuriyet olarak sunulur) anılması bu sebepledir.
Tek-parti dönemi olarak adlandırılan dönemde (1923-1945) ve devamında sultan-halifenin tasfiyesinin yol açtığı iktidar boşluğu 19. yüzyılda kurulan modern okulların ürünü askerler ve özellikle de sivil bürokrasi tarafından dolduruldu. 19. Yüzyılın bir başka ürünü Gayrı-Müslim burjuvanın ayrılıkçı olmayan kısmının da bu süreçte tasfiye edildiğini unutmamak gerekir. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında ülkenin işgalden kurtarılmasında zaten çok ağır yara alan ordu, 1920’lerde siyasi mücadelelerin de etkisiyle başlarda sivil bürokrasinin de arkasında kaldı. 1930’ların ortasına kadar sivil bürokrasi de iktidarı elinde tutan dar bir yönetici elit kadrosunun gölgesi altındaydı. 1940’lara kadar bu küçük elit kadro ülkede iktidarı elinde tuttu. Toplumsal ve kurumsal bir zeminden mahrum bu güç odağının iktidarı doğal olarak geçiciydi. Bu nedenle 1940’lara doğru bünyesindeki imparatorluktan kalma unsurları eleyen ve bir kısmını da dönüştüren bir ulus-devlet bürokrasisi iktidarı ele aldı.
Ancak 1940’larda sivil bürokrasi yarım asırdır müttefiki olan aydınların bir kısmı ve sermaye sınıfıyla ters düşmeye başladı. Bu mücadeleye bürokrasinin ekonomi ve kültürel politikalarından muzdarip halk kesimleri de dahil oldu. Sivil bürokrasiye karşı muhalif aydınlar, büyük toprak sahiplerinden müteşekkil sermaye sınıfı ve geniş halk kesimleri siyasi bir ittifak kurdu. O dönem, etkisi sınırlı hale gelmiş olan ordu ise bu kapışmada sessiz kaldı. Bu ittifak ülkede çok-partili bir siyasi rejime ve cumhurun siyasete katılımını mümkün kılan bir cumhuriyet rejimine (demokratik cumhuriyet) geçişi sağladı. Milli iradenin siyaseti belirlemesi iddiasına yaslanan bu ittifak 1950’li yıllarda Demokrat Parti (DP) çatısı altında iktidarı elinde tuttu ve ülkeyi yönetti. Türkiye’de cumhuriyet rejimi yönetimindeki ilk büyük kırılma budur.
Ancak bu ittifak kırılgandı. Aydınların, sermaye sınıfının ve halkın belli bir kısmı siyasi ve ekonomik nedenlerle DP’ye desteğini belli ölçülerde geri çekti. Bu tablo içinde 27 Mayıs 1960’ta ordunun askeri darbeyle yeniden siyaset sahnesine dönmesine yol açtı. 1960’tan sonra milli iradenin sınırlandırıldığı, daha çok ordunun idari ve yargı kanatlarıyla sivil bürokrasinin ve aydınların desteğiyle iktidarı elinde tuttuğu bir vesayet rejimi ülkeye hâkim oldu. Milli iradenin temsilcisi konumundaki siyasetçilerin önemli bir kesimi bu temsil rolünü gereğine uygun bir şekilde oynamadıkları gibi bürokratik vesayet tarafından da sürekli olarak baskı altında tutuldular.
Erdoğan’ın Liderliği ve Milli İrade
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3 Kasım 2002’de iktidara gelmesinden sonra yaşanan süreç belli kırılganlıklar ve dirençler yaşanmakla birlikte milli iradenin ve siyasetin gücünün geri dönüşü olarak tanımlanabilir. Erdoğan bir taraftan Türkiye’yi büyütmeye çalışırken diğer taraftan 28 Şubat darbecilerinin zihniyetiyle, FETÖ yapılanmasıyla ve emperyalistlerin güdümündeki PKK gibi terör örgütleriyle mücadele etti. Bu anlamda son 15-20 senelik süreç ise bürokratik vesayetin büyük mücadelelerle kırıldığı ve milli iradenin yeniden ve çok daha güçlü bir şekilde iktidara geldiği bir dönem oldu. Halk egemenliği ilkesine yaslanan cumhuriyet rejimi, milli iradenin belirleyici konuma gelmesiyle demokratikleşti ve Türkiye’de gerçek manada bir cumhuriyet rejimi ortaya çıktı.
Erdoğan’ın toplumsal iradeyi tam anlamıyla temsil etme çabası sonucunda buna ülkede siyasetin meşruiyet çerçevesinin yerli-milli değerler zemininde çizilmeye başlanması eşlik etti. Ülke demokratikleştikçe özüne döndü ve yerli-milli dinamikler ön plana çıktı. Elitist militan laik cumhuriyet yerini demokratik yerli-milli cumhuriyete bıraktı. Cumhuriyet rejimi zemininde gerçekleşen bu değişim monarşiden cumhuriyete geçiş kadar, belki de ondan çok daha önemli bir değişimdir. Türkiye’de cumhuriyet rejimi yönetimindeki ikinci ve millet lehine olan büyük kırılma budur.
Dolayısıyla ilki 1950’de, ikincisi Erdoğan döneminde yaşanan bu dönüşümler Cumhuriyetin demokratikleşmesi noktasında güçlü ve somut çıktılar oluşturmuştur. Türkiye’nin son yıllarda dış politikadan savunma sanayiine ve kamu yayıncılığından kalkınma hamlelerine ve küresel otonomi hamlelerine uzanan pek çok alanda elde edilen kazanımlar bu demokratikleşmenin ve Erdoğan’ın milli iradeyi temsil noktasındaki duruşunun sonucudur. Cumhuriyetin 100. yılında Erdoğan liderliğinde yaşanan göstergeler bu anlamda dikkat değer bir tablo oluşturmaktadır.