Aksa Tufanı Operasyonu hem Filistin Meselesinde hem bölgesel olarak diğer ülkeler arasındaki dengelere etki edebilecek çapta bir dizi sonuca gebe. Ancak mesele sadece bölgesel sonuçlarla sınırlı değil, bugün Filistin’de yaşananlar daha da uzakta Avrupa Birliği sınırları dahilinde de halı altına süpürülmüş bazı kurumsal sorunların tekrardan ortaya çıkmasını sağladı.
Hatırlanacağı üzere 2021 yılında AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ile AB Konseyi Başkanı Charles Michel Türkiye’ye bir ziyarette bulunmuşlar ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmeleri sırasında bir koltuk krizi meydana gelmişti. Medyaya da canlı olarak yansıyan olayda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oturacağı koltuğun yanında sadece bir tane daha koltuk vardı ve oraya hangi AB liderinin oturacağına yönelik bir belirsizlik olmuş ve nihayetinde Charles Michel o koltuğa oturmuştu. Olayın ardından Komisyon Başkanı von der Leyen meselenin cinsiyetçi bir ayrımcılık sebebiyle olduğunu söyleyerek Konsey Başkanı Michel’i medya önünde suçlamıştı. Aslında “Sofagate” olarak kayıtlara geçen bu olayın bir suçlusu varsa o da Michel’in cinsiyet ayrımı yapan bir siyasetçi olup olmamasından öte AB kurumları arasında bir hiyerarşi olmamasının getirdiği yetki karmaşası ve temsil sorunuydu.
Bugün ise Aksa Tufanı Operasyonu sonrasında İsrail ile tamamen omuz omuza bir görüntü veren AB liderleri arasında yine benzer bir problem ortaya çıktı. Görünüşte her bir AB kurumunun başındaki lider, İsrail’in Hamas’a karşı sözde terörle mücadelesini meşru bir hak olarak tanımlarken sivillere yönelik İsrail savaş uçaklarının yürüttüğü saldırıları da eşgüdümlü olarak görmezden geliyorlar. Tabi ki bu ilk bakışta görülen, aslında iç yüzünde her bir lider ve kurum arasındaki temsil ve hiyerarşi sorunu satır aralarında ortaya çıkıyor.
Krizin ilk günlerinde Ursula von der Leyen, Avrupa Birliği’nin yegâne temsilcisiymiş ve hatta bütün üye ülkeler de kendisiyle aynı pozisyonu alıyor gibi Avrupa Komisyonu binasına İsrail bayrağını yansıtarak Hamas’a karşı İsrail’i destekledikleri mesajını vermişti. Yine İsrail’e yaptığı ziyaretle birlik mesajı verirken bütün bir AB adına oradaymış gibi bir protokol takip etmişti. Aynı anda bir diğer AB kurumu olan Konsey binasına ise beyaz bayrak yansıtılması ve Başkan Charles Michel’in von der Leyen’e nazaran daha dengeli açıklamalar yaparak ayrışan bir pozisyon alması yine bir temsil sorunu olduğunu gösteriyor. Aslında iki lider arasındaki söylem farkı, yapılan konuşmalarda vurgulanan noktalarda ortaya çıkıyor. Von der Leyen İsrail’in mağduriyetini öne çıkararak başlatılan hava operasyonlarının ‘’meşruiyetini’’ vurgularken konuşmalarına bir ek olarak uluslararası hukuka uygun hareket etme gerekliliğinden ikincil bir meseleymiş gibi bahsediyor. Charles Michel ise bu noktada vurgusunu orantısız güç kullanımının bölgede yarattığı durumdan duyduğu endişe üzerinden yapıyor. Yani İsrail’in kendini savunmasının meşruiyetini Von der Leyen’in aksine geri planda tutuyor.
Burada bir diğer sorun ise bahsi geçen her iki liderin de aslında AB dış politikasında temsil yetkisinin olmaması. Avrupa Komisyonu AB yasalarını uygulayan, yasa önerileri sunan ve AB politikalarının yönünü tayin etmede belirleyici bir kurum rolünde. Avrupa Konseyi ise hükümetler arası yapısından dolayı bütünüyle AB politikalarının belirleyicisi konumundadır. Her iki kurum da aslında AB karar mekanizmalarının merkezinde yer alan ve yetki alanlarının iç içe geçtiği potansiyel rakipler durumunda. Ancak Lizbon Antlaşması sonrası Avrupa Komisyonu bir devletin bürokrasisi ve hükümetinin kombinasyonundan oluşmuş gibi yetkilerle donatılan kompleks bir yapıyken Konsey ise uluslararası ilişkilerin doğası gereği AB’nin esas karar alıcısı konumunda yani AB içinde iktidarın ta kendisi. Dolayısıyla AB karar süreçlerinde bu iki kurum arasında eşgüdüm olmadığı sürece bir eylemin fiiliyata geçirilmesi imkânsızdır. Burada dikkat çeken husus ise AB yasalarında bu iki kurumun liderine de temsil yetkisi verilmemiştir. Aksine bu iki kurum yerine bir AB komisyoneri pozisyonunda olan ama aynı zamanda Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi olarak görevlendirilen Josep Borrell, AB yasalarına göre diğer iki liderle hiyerarşide eşit olup AB’nin bütün bir dış politikasının koordinasyonu, üçüncü ülkelerle olan ilişkiler ve olası krizlerin yönetilmesi konusunda tek yetkilidir. Bugüne kadar da ilk yüksek temsilci olan Javier Solana’dan bu yana AB dış politikasının tek patronu olarak genelde bu makamın sahipleri öne çıkardı. Yani AB’nin müstakil bir pozisyonu varsa eğer bunu tüm dünyaya lanse edecek olan lider Josep Borrell olmalıydı. Ancak siyasi olarak Josep Borrell yasa çıkaramaz, resmi olarak yasa önerilerini sadece teşvik edebilir. Dolayısıyla ne yasamada ne yürütmede diğer iki lider kadar güçlü değildir. Ancak pozisyonu gereği özerk olması sebebiyle ve hiyerarşide eşit olmasından kaynaklı olarak gündem belirleme gücü diğer iki liderden farklı değildir.
Netice itibarıyla bugünkü krizde ayrışma ve rekabet sadece von der Leyen ve Michel arasında değil aynı zamanda Borrell ile de mevcut. Michel’in dengeli bir pozisyon aldığı ortamda Borrell daha da insani bir tutum ile önceliğin sivillerin korunması olduğunu ve hatta İsrail’in yıllardır süregelen işgalinin “yerleşimciler” bahanesiyle nasıl adım adım genişlediğini dile getirdi. Ve yine bu ortamda AB’nin krizin çözümünde bir rol oynamasa da sivillere gidecek yardımlar konusunda çaba harcayacağını söylüyor. Buradan anlaşılacağı üzere daha önce Suriye, Libya ve Ukrayna gibi kriz bölgelerinde bu üç mevkinin sahibi liderlerin eşgüdümlü tavırları Filistin’de tamamen ayrışmış ve birbirinden rol çalan bir görünüme yerini bırakmıştır. Aslında AB içinde kurumlar arası rekabet bir sorun olarak daha çok bürokratik süreçlerde karşımıza çıkan bir gerçeklikti. Ancak söz konusu rekabetin bu sefer birliğin ortak bir pozisyon alması gereken bir zamanda ortaya çıkmış olması meseleyi daha da görünür hale getirdi.