Bilindiği üzere Filistin’de İsrail’in her geçen yıl daha da pervasızca uyguladığı abluka, baskı ve şiddet devam eden işgalin artık en temel dinamiği haline gelmişti. Öyle ki vatan toprağını savunan ve ne olursa olsun İsrail’in uyguladığı orantısız şiddete direnen Filistinlileri sembolize eden en çarpıcı fotoğraf, ellerinde taşlarla karşılarındaki tam teçhizatlı İsrail askerlerine ve tanklarına karşı mücadele eden genç, yaşlı ve çocuk binlerce insanın direniş anlarıdır. Tarihsel olarak Filistin Meselesi Balfour Deklarasyonu ile ivme kazanmış, 1948’de Nekbe ile devam eden işgal, 6 Gün Savaşı ve 1973 Yom Kippur Savaşları sonrası artık dengelerin tamamen İsrail lehine değiştiği bir hal almıştı. Dönem dönem 1978 Camp David veya 1991 Madrid Barış Konferansı ve Oslo Görüşmeleri gibi suni gündemler görece yumuşamalara sebep olmuştur. Ancak her seferinde 1982 Sabra-Şatilla Katliamı gibi olaylar ve İsrail’in kademe kademe artırdığı baskı Filistin’de kendi kendini tekrar eden bir döngüye sebebiyet verdi. Öyle ki İsrail’in baskıyı artırıp Filistinlilerden göreceği reaksiyonu bahane ederek daha çok toprağı işgal etmesiyle sonuçlanan bir dizi birbirine benzer olay sayılabilir.
Avrupa Birliği özelinde ise tarihsel olarak Filistin Meselesi Arap Baharına kadar ABD’ye göre nispeten daha insani saiklerle değerlendirilen bir konu olarak görülmüştür. Örneğin, AB’yi özellikle 1970 ve 1990’lar arasında Filistin’i daima uluslararası alanda gündeme getiren ve oraya dönük insani bir ajandası olan ekonomik işbirliği örgütü olarak görmek mümkün. Burada kerteriz alınan nokta ABD’nin İsrail’e yönelik sınırsız müsamahasıdır. Yani AB’nin Filistin politikası bu anlamda ideal olan değildir sadece görece olarak diğer Batı ülkelerine göre ve hatta kendi üyelerine göre daha insanîdir. Bu doğrultuda 1980 Venedik Deklarasyonu, 1990’larda devam eden Barselona Süreci, 2000’lerde ortaya atılan Komşuluk Politikası ve hatta 2003 sonrası Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde yürütülen sivil misyonlar ile AB bir yandan İsrail’i hoş tutarken diğer yandan Filistinlilere yönelik insanî faaliyetleri sürdürmüştür. AB’nin bu adımları kimilerine göre Ortadoğu’daki enerji kaynaklarına yönelik bağımlılık gereği (1973 Petrol Krizi bu anlamda dönüm noktası olarak görülür) Arap ülkeleriyle daha iyi ilişkiler kurma hedefinin bir parçası olarak değerlendirilirken öte yandan bir barış projesi olarak ele alınan birleşik bir Avrupa fikrinin temel normları gereği sivil/normatif bir aktör olarak tanımlanan AB’nin büyük bir gururla anlatılan insan hakları koruyuculuğu olarak da anlatılır.
Bugün ise Hamas’ın Aksa Tufanı Operasyonu, dinamikleri itibarıyla Filistin Direnişinde ilk kez reaktif olmayan ve tam anlamıyla masayı ters çeviren bir strateji ile İsrail’i hazırlıksız yakaladı. Neredeyse iki gün boyunca İsrail’in içlerine kadar sarkmış olan Hamas silahlı güçleri İsrail’e binin üzerinde kayıp verdirmiş ve aynı zaman yüzlerce rehine alarak Gazze’ye geri çekilmişti. Hem iç politikada Netanyahu’nun darmadağın olmuş imajı hem de İsrail’in dokunulmazlık algısını toparlamak için İsrail ordusu yine alışılagelmiş şekilde orantısız bir güç ile panik halinde sivilleri hedef almaya başladı. Gelinen noktada hava saldırıları sonrasında beş bini aşkın kişi şehit olurken iki binden fazla çocuğun da bu kıyıma maruz kaldığı Gazze’deki Sağlık Bakanlığı yetkililerince açıklandı. Hem AB hem de AB üyesi ülkeler bütünüyle ABD’nin belirlediği gündeme hapsolmuş şekilde bu yaşananlara yönelik etkisiz ve ikiyüzlü bir yaklaşım içinde. Terör örgütü olarak tanımladıkları Hamas’ın bu operasyonu yaptığını ve İsrail’in Hamas’a karşı kendini savunma hakkını vurgulayan bir dizi açıklamalar AB liderlerinde birbiri ardınca geldi. Özellikle Komisyon başkanı Von Der Leyen bu söylemi tüm AB kurumlarına dikte ederken diğer taraftan İsrail’e yaptığı ziyaret de dikkat çekmişti. Hava saldırılarının hastaneleri, okulları, mülteci kamplarını ve hatta tahliye güzergâhlarını hedef aldığı bir ortamda uluslararası kamuoyunun artan baskısı AB liderlerinin söylemini değiştiremezken sadece uluslararası hukuka uygun olarak İsrail’in kendisini savunması gerekliliği konuşmalarda vurgulanıyor. Tabi ki burada İsrail’i kınayan resmi bir söyleme henüz tanık olmadık. Sadece son günlerde AB Yüksek Temsilcisi Joseph Borrell AB’nin bu yaşananları tek başına durduramayacağını ve bölge ülkeleriyle İsrail’in ortaklaşa bu krize bir son verecek mekanizmalar kurarak iki devletli çözümü uygulamaya koyması gerektiği minvalinde açıklamalar yapmakta.
Aslında Borrell’in açıklamaları yaklaşık 75 yıllık barış projesi olarak parlatılan AB’nin bütün bir imajını üstüne bina ettiği sivil/normatif aktörlük iddiasından tamamen vazgeçtiğinin ilanıdır. AB 2003 yılında dönemin Yüksek Temsilcisi Javier Solana önderliğinde bir güvenlik strateji belgesi yayınlamış ve Akdeniz havzasını birliğin çıkarları için en kritik bölge olduğunu ilan ederek burada yaşanabilecek her türlü istikrarsızlıklara karşı otonom şekilde harekete geçebilecek kabiliyetler geliştirme hedefi ortaya konulmuştu. Akabinde ise belirlenen hedeflerle paralel şekilde Komşuluk Politikası (KP) dahilinde gördükleri bazı Afrika ülkelerine, Balkanlara ve Ortadoğu’ya sivil ve askeri misyonlarla angaje olmuşlardı. Öyle ki 2010 yılına kadar AB’nin hem sivil hem normatif ve hatta askeri bir aktör haline geldiği yönünde bile hâkim bir algı oluşmuştu. Ancak Arap Baharı tabiri caizse takkeyi AB için düşürdü. İlk olarak bu algılardan “askeri bir aktör” olma iddiası Libya’da Kaddafi’ye karşı başlatılacak olan askeri operasyonun BMGK’dan yeşil ışık çıkmasına rağmen OGSP çatısı altında yapılamamasıyla boşa düşmüştü. Ayrıca eş zamanlı olarak Suriye ve devamında Kırım’da yaşanan krizlere karşı da askeri olarak ikincil bir aktör bile olamayan AB’nin askeri olarak kapasitesinin sadece “permissive environment” olarak tanımlanan risksiz alanlarda iş yapmaya yetecek olduğu ortaya çıktı.
Sivil/normatif bir aktör olma iddiası ise KP dahilindeki coğrafyalarda devam eden krizlere yönelik belirleyici bir rol alamasa bile insani yardımlar ve saldırgan rejim olarak tanımladıkları düşman aktörlere karşı uygulanan yaptırımlar vasıtasıyla devam ettirilmeye çalışılıyordu. En azından Suriye’de Esad rejimini veya Ukrayna’da Rusya’yı kınayarak ahlaki olarak uluslararası kamuoyuyla paralel bir pozisyon alma girişimi olduğunu görüyorduk. Ancak AB’nin bu denli eylemsizlik içinde olması bahsedilen çabalara rağmen sivil/normatif aktör olma iddiasını her geçen yıl zayıflatıyordu. Hatta gerek Avrupa medyasının gerek akademisinin artık kriz alanlarına yönelik AB politikasını inceleme hevesini de kaybettiği gözle görülür bir durum.
Bugün Filistin’de yaşananlara yönelik AB’nin eylemsizliğinin üstüne bir de uluslararası kamuoyunun İsrail’e karşı geliştirdiği söylem ile AB liderlerinin bazılarının söylemlerinin ahlakî olarak da çelişiyor olması bu anlamda bir dönüm noktası olarak okunabilir. Çünkü AB tek sesli bir yaklaşım bile üretebilmiş değil. Komisyon Başkanı ile Yüksek Temsilcinin iki ayrı telden çalıyor oluşu AB’nin kurum olarak meseleye ağırlığını koyabilecek mekanizmaları aktif etmesi artık mümkün gözükmüyor. 2003 yılında Irak işgal edilirken ABD’ye rağmen savaş karşıtı pozisyon alan birçok AB ülkesinin varlığını biliyoruz. Bugün ise ABD Başkanı Biden’ın söylemlerinin tekrar edildiği bir AB gündeminin arasında Yüksek Temsilci Borrell’in itiraf niteliğinde açıklamaları ile AB’nin artık sivil/normatif aktörlük iddiasından da tamamen vazgeçtiğini veya vazgeçmek zorunda kaldığını anlıyoruz. Dolayısıyla Avrupa Birliği uluslararası alanda ekonomik işbirliği örgütü olmaktan öteye gidemediği Soğuk Savaş günlerine yani en başa geri dönmüştür. Dolayısıyla yaklaşık 33 yıldır geliştirmeye çalıştıkları devlet benzeri uluslararası bir aktör olma hayalleri AB bürokrasisinin beyhude çabalarına rağmen çöpe gitmiştir yani Realist akademisyenlerin öngördüğü “malum” artık “ilam” olmuştur.