İslamcılık-Siyasal İslâm Tartışması
Bir önceki yazımda İslâmcılık ve Siyasal İslâm kavramları arasındaki farkları anlatmıştım. Kısaca siyasal İslâm diye bir kavramsallaştırmanın hatalı olduğunu ve literatürde yerinin olmadığını izah etmiştim. Bu yazının yayımlandığı süreçten bugüne birtakım tartışmalarda İslâmcılık ifadesinin de yanlış bir anlamlandırma ile kullanıldığını üzülerek gözlemledim. İslâmcılığı adeta kaba softalık, yani bilinçsiz bir Müslümanlık gibi tanımlayan, üstelik Türkiye’de ilmî birikimiyle tanınmış isimler olduğunu gördüm. İslamcıların Filistin duyarlılığını Hamas gibi örgütlerin gelişimine bağlayan, yine tanınmış akademisyen ve gazeteci kimlikleriyle ön plana çıkmış isimlerin varlığını da gördüm. Üzülmekten çok şaşırdım. Zira benim de dahil olduğum birçok kişinin entelektüel birikimimde ve İslamcılığa dair fikirlerinin oluşmasında burada ismini zikretmeyeceğim bu kişilerin eser ve görüşlerinin katkısı vardı. Demek ki fikir değiştirmişler, kendi entelektüel birikimlerini de bir kenara koyarak üstünkörü bir İslâmcılık tanımını tercih ediyorlardı. Yahut birçok popüler akademisyen ve gazeteci, bilinçli bir biçimde bu anlam tahrifatına ortak oluyorlardı. Bir başka seçenek ise, bizim yıllardır entelektüel olarak gördüğümüz ve saygı duyduğumuz bu gibi kişiler, aslında gereğinden fazla abartılmış, o kadar da derinliği olmayan birer projeden ibaretti. Bu ihtimallerin ve bunların dışındaki ihtimallerin ayrı ayrı ya da hepsinin aynı anda gerçek olma olasılığı, Türk akademisi ve entelektüel çevreleri konusunda korkunç bir karamsarlık doğurabilir. Böyle bir neticeyi ise ihtimal dahilinde tutmak istemiyorum…
Siyasal İslâm ifadesinin yanlış kullanımlarından biri de daha çok batı kayaklı yorumlarda “İslami terör”, “Radikal İslam” gibi kullanımlara dayanmaktadır. Aslında bu kullanımları benimsemeyen, İslâm ile terör kelimesinin yan yana gelmemesi gerektiği gibi belki de iyi niyetli bir düşünceyle, bunun yerine siyasal İslâm ifadesinin kullanıldığını gözlemleriz. Fakat batı mahreçli yorumlar İslâmi terör diye neyi niteliyorsa, bu siyasal İslâm diyenlerin de aynı şeyi dillendirildiğine tanık oluruz. Bu IŞİD yerine DAEŞ kavramlaştırmasını da çağrıştırmaktadır. Zira Irak Şam İslam Devleti, ya da Batı kaynaklarında direkt olarak İslam Devleti/Örgütü gibi adlandırmalar kullanılırken biz bu örgütlenmenin İslam’la bağdaştırılamayacağı gerekçesiyle, Arapça kısaltması da aynı olmakla birlikte, vahşet ve canavarlık çağrıştıran anlamları da barındıran bir kelime olarak DAEŞ/DEAŞ ya da DAİŞ gibi ifadeleri tercih ederiz. Fakat siyasal İslâm ifadesi ne terörü ne vahşeti ne de radikalizmi çağrıştırmaktadır. Üstelik kavramı bu anlamda kullananların DEAŞ, El-Kaide gibi örgütler için, Hizbullah için, Hamas için ve hatta İran rejimi için de siyasal İslâm ifadesini kullanmaları sorunludur. Bir devlet yönetim anlayışı ile tedhiş içeren eylemleri gerçekleştiren örgütleri aynı kefeye koyması açısından, zararı sadece Müslümanlara dokunan DEAŞ gibi örgütlerle Lübnan siyasetinde etkin olan Hizbullah gibi örgütleri aynı kefeye koyması açısından, hele ki İsrail’in uyguladığı devlet terörüne karşı Filistinlilerin varlık mücadelesini temsil eden Hamas’ı aynı kefeye koyması açısından, silahlı eylemleri dahi bulunmayan Müslüman Kardeşler hareketini bu kefeye dahil etmesi açısından… örnekler çoğaltılabilir. Bir de tüm bu genellemelere Türkiye’deki İslâmcı düşünceyi de dahil etmesi açısından sorunludur ki, bir önceki yazıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, esasında bu bilinçsizce bir ifade kullanımını aşmaktadır. Batı kaynaklı yorumlarda İslâm’ı terör ile eşleştiren ve genelleme yaparak Müslümanlara dair her örgütlenmeye bu etiketi yapıştıran yaklaşımdan bir farkı yoktur. Üstelik ifade tercihi de yanlıştır, çünkü terör ya da radikalizm siyasal bir şey değildir. Ve evet, İslam ile terörün kesiştiği hiçbir nokta yoktur…
İslamcıların (mı?) Filistin Duyarlılığı
Yukarıda zikrettiğim, İslâmcıların Filistin duyarlılığının Hamas ile yükselişe geçtiği ifadesi oldukça sorunludur. Türkiye’de İslâmcı hareketlerin daha görünür hale geldiği yıllar, 1980’li yıllara tekabül eder. Bu yıllara kadar herhangi bir İslâmcı düşüncenin kamuoyunda bariz olmasını engelleyen bir anlayış söz konusudur ki bunu Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu mecmuasına uygulanan sansürler, kendisine verilen hapis cezaları gibi örneklerde gözlemlemek mümkündür. Laiklik temelindeki tartışmalar, toplumsal anlamda İslâmcılık şöyle dursun, devlet düzeyinde İslâm ülkeleri ile ilişkiler kurulmasını ve geliştirilmesini dahi baltalamıştır. Necmettin Erbakan’ın siyasal hayatı boyunca maruz kaldığı baskı, siyaset düzeyinde de İslamcı yaklaşımın kısıtlılıklarını gözler önüne serer. Burada İslâmcı düşüncenin gelişimine dair teferruatlı bir analiz yapılmayacaktır. Fakat özetle Filistin meselesindeki gelişmelere olan tepkilerin İslamcı düşüncenin genişlemesinde etkilerinin olduğunu teslim etmek gerekir…
Filistin’de El-Fetih dışındaki örgütlenmelerin neşet ettiği ve bunların içinden Hamas’ın yıldızının parladığı dönem de 80’li yılların sonlarıdır. İsrail’in uyguladığı baskı ve zulüm karşısında İntifada gibi bir hareketin öncülerinden olması itibariyle Hamas’ı desteklemek, İslâmi duyarlılığı olanlar için gayet tabi bir duruma işaret eder. Dolayısıyla zamanlama olarak yakın dönemlerde ortaya çıkan eylemler ve gösterilen duyarlılık kesişiyor gibi olsa da buradaki hareketi oradaki örgütlenme ile bağlantılandırmak sorunun bir yönünü ortaya koyar. Daha sonraki dönemlerde Türkiye’de yapılan gösteri ve eylemlerde kullanılan “Hamas’a selam direnişe devam” gibi sloganlar da bu durumu değiştirmez. İslamcılar için mesele Filistin meselesidir ve orada direnişin sembol karakteri Hamas olmuştur. Hamas’ın tercih ettiği silahlı eylemlerin biçimi, ya da günümüzde İsrailli sivilleri hedef aldığı gibi iddialar da Türkiye’deki İslâmcı hareketi terör destekçisi konumuna getirmez. İslamcılar Filistinlilerin varlık mücadelesini desteklemektedir. Söylem ve slogan düzeyinde kalan bu destek Hamas’a fiili katılım ya da her hareketi onaylama anlamında yorumlanamaz.
Filistin meselesi Türkiye’de yalnızca İslamcıların değil, genel olarak Müslümanların, dolayısıyla – “Bize ne Gazze’den, Filistin’den” gibi söylemlerle tüm tarihsel ve kültürel kodlarını inkâr eden sığ çıkarımlara sahip birtakım istisnalar dışında – tüm Türk toplumunun duyarlılık gösterdiği bir meseledir. Bu yeni de bir durum değildir. Henüz İsrail devletinin kurulma aşamasında olduğu süreçte, Türkiye’deki silah fabrikasında üretilen silahlarla Filistinlileri destekleme düşüncesinde olduğu bilinen Nuri Killigil ve onun yerli ve millî silah sanayiinin hazin sonuna dair hikâye hepimizin malumudur.
İsrail’in gittikçe genişlediği süreçte uyguladığı yerleşimci politikaları olsun, 1956’daki Süveyş kanalına yönelik harekâttan 1967’deki 6 gün savaşlarına, 1980’li yıllarda Kudüs’ü başkent ilan etme girişimi, Sabra ve Şatilla katliamı gibi gelişmelere kadar, hemen her gelişme Türk toplumunda ve kamuoyunda tepki ile karşılanmış ve duyarlılık gösterilmiştir. Devlet düzeyinde de Soğuk Savaş’ın getirdiği Batı ile bağımlılık ilişkilerine rağmen İsrail’e tepki gösterilmiş gerek BM nezdinde gerekse ikili ilişkiler bazında diplomatik adımlar atılmıştır.
Dolayısıyla 1960’lı ve 1970’li yıllarda “Türkiye’de sağ muhafazakâr kesim Amerikancı bir yaklaşımla Filistin meselesine duyarsız kalmış, Solcular ise Filistin meselesini sahiplenmiştir” gibi bazı kesimlerde çokça kabul gören hükümler de toplumsal düzeyde de iktidar ve siyaset düzeyinde de eksik ve sorunludur. Hakkını yememek lazım, sol hareketlerin bu yıllarda Filistin meselesini benimseyip duyarlılık gösterdiği doğrudur. Bu destek ve yakınlık antiemperyalizm temelindedir ve konjonktürel bir tutum takınmaktan çok daha kıymetlidir. Ancak özellikle 70’li yıllarda Türkiye’deki İsrailli diplomatlara yönelik girişilen tedhiş hareketleri ya da Bekaa vadisinde, sol hareketlerden çıkıp marjinalleşerek PKK’yı oluşturacak olan militanların Filistinli örgütler ile temasları gibi gelişmeler, Türkiye’deki toplumsal duyarlılığı aşarak terörize olan hareketler olarak görülmüştür. Bu örgütsel bağlantılar vs. düşünüldüğünde, 80’lerden bugüne İslâmcıların Filistin davasına yaklaşımı ve Hamas ya da başka oluşumlara olan desteği hiçbir zaman bu denli içli dışlı olmamıştır. Nitekim solun Filistin duyarlılığı, birkaç entelektüelin bireysel duyarlılığı dışında, neredeyse tamamen ortadan kaybolmuştur…
Türkiye Ne Yapmalı?
Bugün, İsrail’in Gazze üzerinde yürüttüğü devlet terörü cinnet boyutunda devam etmektedir. Aslında Türkiye, gerek toplum düzeyinde gerekse devlet düzeyinde şimdiye kadar olduğu gibi üzerine düşeni yapmaktadır. Toplumun her kesiminde gerek İslâmi ve tarihsel bağlar açısından gerekse insani boyutta Filistinlilere yönelik destek ve İsrail’in telinini içeren eylemler, yardım kampanyaları, İsrail mallarının boykotu gibi hareketlerle duyarlılık gösterilmektedir. Sayın cumhurbaşkanımız başta olmak üzere Türk dışişleri ve devletin üst düzeyindeki isimlerin de hem Gazze’ye yardım konusunda hem de İsrail’in eylemlerinin bir an önce sonlandırılması konusunda girişimleri söz konusudur. Fakat bu gibi girişimlerin, geçmişteki öreklerinde görüleceği üzere, İsrail’i durdurmaya yetmediği bir gerçektir. Hele ki bu günkü konjonktürde Batı dünyasının koşulsuz olarak İsrail’i desteklediği, Filistinlilerin acılarına gözlerini yumduğu da düşünülünce, BM nezdinde bir takım diplomatik adımlar ve İsrail’in kınanması gibi girişimlerin etkisiz kalacağı malumdur.
Bu durumda yapılabilecek olan uluslararası düzeyde, özellikle az gelişmiş ülkeler ile ortaklaşa birtakım söylemler geliştirmek, yalnızca İsrail’e ve onun ticaretine yönelik değil, onu destekleyen tüm ülkelere karşı büyük çapta bir boykot kampanyası ve diplomatik ilişkilerin kesilmesi gibi hareketlere öncülük etmek gibi seçenekler, Türkiye’nin eskisi gibi konjonktürel çerçeve ile sınırlı kalmaksızın yürütebileceği hamlelerdir. Nitekim İsrail’in bu eylemlerinin dünyayı üçüncü bir savaşa doğru sürükleyebileceği ihtimalinin de teknik analizlerle ortaya konması, Batı kamuoyunun da desteğini sağlayabilir. Batı merkezli ajansların göz ardı ettiği fakat Anadolu Ajansı (AA) gibi oluşumların Gazze’de yaşananlara dair haber ve yayınlarının yaygınlaştırılması ve dünya kamuoyunun önüne serilmesi, nispeten de olsa bir etki sağlayabilecektir.