7 Ekim’de Hamas’ın beraberinde diğer Filistinli silahlı örgütlerle birlikte İsrail’e karşı başlattığı “Aksa Tufanı” saldırısı ve İsrail’in Demir Kılıçlar Operasyonu bölgenin merkezindeki fay hattında büyük bir kırılmaya yol açtı. İsrail-Filistin meselesinde 2007’de Gazze’de başlayan ablukadan bu yana yaşanan statükoyu tersyüz eden bu hadise, aynı zamanda bölgede yeni bir durumu da ortaya çıkardı. İbrahim Anlaşmaları temelinde kurulmak istenen yeni düzen ve güvenlik mimarisi Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesinin arefesinde çöktü.
Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı’ndan saldırının hemen ardından yapılan açıklamada Krallığın “işgalin devam etmesi, Filistin halkının meşru haklarından mahrum bırakılması ve kutsallarına karşı sistematik provokasyonların tekrarlanması sonucunda ortaya çıkan durumun tehlikelerine ilişkin mükerrer uyarılarına” dikkat çekildi.
13 Ekim’de Reuters’a konuşan Suudi yetkililer, bu sefer Gazze’deki çatışmalar sonrası İsrail ile diplomatik ilişkiler kurma planını tamamen rafa kaldırdığını açıkladı.
Bu yazıda, başından beri ABD’nin kilit taşlarını döşediği Arap-İsrail normalleşmesinin, Filistin’de yaşananlardan sonra nasıl sona erdiği tartışılacaktır. İsrail’in yaşadığı şok ve gösterdiği saldırganlığın boyutu, Filistinli silahlı grupların yeni siyaseti ve İsrail iç siyasetinde yaşanması beklenen yeni düzen gibi unsurlar, bu normalleşmenin daha fazla ilerleyemeyeceğini tayin etmiştir. Ancak bu akamet, bugüne kadar elde edilmiş kazanımların geri döndürülmesinden ziyade, daha öncesinde olduğu gibi perde arkasından diplomasi ve işbirliklerinin yürütüleceği anlamına gelmektedir.
İsrail Normalleşmeden Beklediğini Alamadı
2020’de BAE, Bahreyn ve Fas arasında imzalanan İbrahim Anlaşmaları ile İsrail, temelde iki politikayı hedefliyordu. Birincisi, 1979’da Mısır’la ve 1994’te Ürdün’le yapmış olduğu anlaşmaların bir nevi devamını getirmek ve bölgede meşruiyetini güçlendirmekti. Hem Trump hem de Biden yönetiminin destek verdiği bu süreçte, Fas ve Sudan’ın jeopolitik, BAE’nin ekonomik ve ‘Hadimu’l Harameyn’ konumunda Müslümanların en kutsal iki yerine ev sahipliği yapan Suudi Arabistan’ın da İslam dünyasındaki öneminden faydalanmak istiyordu.
İsrail’in ikinci hedefi de bu normalleşmeyle birlikte özellikle Körfez’in iki güçlü ekonomisinden gelecek finansal destekle, işgalin ekonomiyle örtbas edilmesini hedefliyordu. Bu sayede hem “barışcıl” olduğuna dair imaj oluşturabilecek, aynı zamanda işgalin gittikçe artan maddi külfetinden kurtularak siyasi sorumluluğu bu Arap ülkelerine atabilecek duruma gelecekti.
Ancak Aksa Tufanı’yla ve İsrail’in savaş hukukuna aykırı düzeyde katliamlarla gösterdiği sert karşılık, bu normalleşmenin Filistinlileri göz ardı edilerek yapılamayacağını tekrardan gün yüzüne çıkardı. 2 milyon insanın elektrik, su ve yakıtını kesen, gönderilen uluslararası yardım konvoylarını vurmakla tehdit eden İsrail’le normalleşmek, başta Suudi Arabistan olmak üzere bu sürece dahil olan ülkelerin frene basmasına sebep oldu. Yöneticilerin aksine, zaman içerisinde sönükleşmiş olsa da, Filistin, bu ülkelerde yaşayan nüfusun halen daha hassas bir noktasını teşkil ediyor. İsrail’le normalleşme uğruna bu uçurumun açılması durumunda, bu ülkelerdeki yönetimlerin meşruiyetini zedeleyecektir.
Öte yandan, İsrail’in aşılmaz denilen ve yenilmez görünen askeri üstünlüğü, Aksa Tufanı’yla birlikte büyük zaafiyet yaşadı. Başta Suudi Arabistan olmak üzere normalleşme yolundaki Arap ülkelerinin İsrail’le bu süreci bir güvenlik işbirliğine dönüştürmek istediği de biliniyordu. Fakat geçtiğimiz haftalarda Almanya’ya 3.5 milyar avroluk füze savunma sistemi satarak ordusunun reklamını yapan ülke, sınırından basit teçhizatla Filistinli savaşçıların geçişine engel olamadı. Bu durumun İsrail’in makul bir güvenlik partneri olmasına yönelik kafa karışıklığı yaratacağı söylenebilir.
Elbette bu normalleşme akımının durması, şu ana kadar İsrail’in elde ettiği kazanımları kaybedeceği ve sürecin ters yöne evrileceği anlamına gelmiyor. Ancak tıpkı geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, İsrail ve Arap ülkeleri, diplomatik ilişkileri perde arkasından yürütmeyi ve çok da görünür kılmamayı tercih edebilir. Bu bağlamda İsrail’in Mısır ve Ürdün’le kurduğu ittifakı bir referans noktası olarak alacağını tahmin edebiliriz.
Nitekim bu iki ülkeyle kurduğu güvenlik ve ekonomi alanlarındaki işbirliği, son zamanlarda normalleşme dalgasının gölgesinde kalmıştı. Özellikle Ürdün’le ilişkiler, hem aşırı sağın Filistinlilere yönelik sert politikaları hem de Mescid-i Aksa’da artan Yahudi yerleşimci baskınlarıyla birlikte gerilmişti. Aksa Tufanı sonrası İsrail, Mısır ve Ürdün’ü göz ardı ederek Filistin politikası uygulayamayacağını tekrardan görnüş oldu.
Filistin Siyasetinde Yaşanan Değişim
Normalleşmenin sonuna bir diğer sebep olarak Filistin siyasetinde ortaya çıkan yeni düzlemden bahsetmek gerekir. Aksa Tufanı, son yıllarda bölgede yaşanan değişimden payını alarak eski siyasi nüfuzunu yitirdiği düşünülen Hamas’ın adeta küllerinden geri döndüğünü gösterdi. Bunu yalnız bir füze saldırısıyla değil de, İsrail’in “demir duvarı”nı aşarak ilk defa sınırın öteki tarafına düzenlediği bir kara saldırısıyla gerçekleştirmiş olması, Filistin silahlı grupları arasında baş aktör olduğunu kantıladı.
Öte yandan normalleşme dalgasında sembolik dahi bir aktör olarak görülmemiş Fetih’in, var olan etkisizliğiyle birlikte Aksa Tufanı’yla ortaya çıkan bu yeni momentumun epey gerisinde kalacağı şüphesiz. Gazze’deki silahlı örgütlerin öncülüğündeki bu harekete Fetih’ten bağımsız olarak Batı Şeria’dan Aslanlar Yuvası gibi diğer grupların da katılması da ihtimal dahilinde. Böyle bir durumda 1967 sınırları içerisindeki işgal topraklarında yükselecek çatışma ortamı ve hassaten Mescid-i Aksa’ya İsrail tarafından yapılacak mütecaviz bir hareket, Arap ülkelerinin İsrail ile normalleşmesi epey pahalıya mal olacaktır. Kuzey’den Hizbullah üzerinden İran’ın da etkisini arttırmasının da bir diğer etmen olarak altı çizilmelidir.
İç Siyasette Yeni Düzen
Ancak, İsrail iç siyasetinde yaşanan kırılma, yeni durumun en önemli nedeni olarak öne çıkıyor. Ülke, 2019’dan bu yana 5 seçim süreci geçirdi ve mevcut hükümet yargı reformuna karşı son 10 aydır Tel Aviv merkezli yoğun bir protesto dalgasıyla karşı karşıya kaldı.. Kabinenin aşırı sağcı iki figürü Itamar Ben Gvir ve Bezalel Smotrich’in hem güvenlikte hem de yargıda nüfuzlarını arttırma çabaları, merkez sağı temsil eden Likud ve lideri Binyamin Netanyahu ile gerilime yol açmıştı. Öyle ki Ulusal Güvenlik Bakanı olmasına rağmen Ben Gvir, Başbakan Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant tarafından önemli güvenlik toplantılarına çağrılmayarak dışlanmıştı.
“Aksa Tufanı” ile birlikte, şimdilik bu gerilimlerin üzerine sünger çekilse de, savaş sonrası İsrail siyasetinde yeni bir düzenin gelmesi kaçınılmaz. “Güvenlikçi başbakan” imajıyla sosyal medyayı aktif kullanan Netanyahu’nun bu büyük saldırıdan 4 saat sonra yalnız “savaştayız” temalı bir açıklamada bulunması tepki çekti. Yaşanan bu büyük güvenlik zaafı Netanyahu’ya muhtemel bir erken seçimde bu kez geri gelemeyecek şekilde yenilgiyi tattıracaktır.
Nitekim tarihten hatırlanacağı üzere, 1973’te savaş devam ederken yapılan seçimleri liderliğini yürüttüğü İşçi Partisi kazanmış olmasına rağmen Golda Meir, savaştaki ihmallerden ötürü seçimden kısa bir süre sonra istifa etmek durumunda kalmıştı. 4 yıl sonra da Likud’un zaferiyle 30 yıllık sol hegemonyasını bitirecek tarihi 1977 seçimleri olacaktı.
Bu muhtemel siyasi değişimin ana aktörleri, merkez bir figür olarak kendisini ön plana çıkarmaya çalışan eski Savunma Bakanı Gantz’ın yanı sıra, kendisini hızla Netanyahu’dan uzaklaştırmaya çalışacak aşırı sağ olabilir. Ben Gvir ve Smotrich, müesses nizamı ve güvenlik kurumlarını istihbarat zaafiyetiyle ve yanında Netanyahu’yu siyasi zaafiyetle suçlayarak, iktidarın daha büyük payını elde etmek isteyebilir. Nitekim yukarıda önemli güvenlik toplantılarına bile çağrılmadığı belirtilen Ben Gvir bundan doğal olarak meşruiyet devşirecektir.
1970’lerden bu yana Revizyonist Siyonizm ve ideoloğu sayılabilecek Vladimir Ze’ev Jabotinsky’nin fikirleri İsrail’in Filistin’e ve diğer Arap ülkelerine olan siyasetini şekillendirmede önemli rol oynadı. Barışı yalnız güç olarak üstün olduğunu ikna etmeye çalışarak elde etmek isteyen İsrail, kurmuş olduğu “demir duvarın” altında kaldı. En güçlü olduğunu zannettiği ve düşmanını en güçsüz halde gördüğü anda savaşı kendi sınırları içerisinde buldu.
Dolayısıyla İsrail’de oluşacak yeni siyasal sistem, hem Filistin’e daha da acımasız davranacak ve bunu Arap ülkeleriyle normalleşme kisvesi altında herhangi bir çözüm sunma derdinde de olmayacak.