Filistin-İsrail arasında yaşanan son kriz medyanın yaklaşımı ve benimsediği dil bakımından tahlile muhtaçtır. Şüphesiz homojen bir görünüm arz etmeyen medya, gerek uluslararası alanda gerekse ülkemizde farklı reaksiyonlar göstermektedir. Kimi fikir erbaplarınca ‘iletişim çağı’ olarak tesmiye edilen bu dönem, yaşanan olayların yansıtılma biçimi açısından hayli farklılıkları barındırmaktadır. Sosyal medyanın konvansiyonel basının yerine göz koyduğu bir vasatta durum, gerçekle gerçek olmayanın arasındaki makasın açıldığını gözler önüne sermektedir. Bilhassa ana akım mecraların yıllardır sürdürdüğü, artık ideolojik hal alan yaklaşım tarzı bugün her zamankinden fazla dikkat çekmektedir.
Medya araçları eliyle yazılı ve sözlü olarak kullanılan lisan ve iletişim şekli medya dili olarak adlandırılıyor. Medya dili, etkileyici ve vurucu ifadelerden oluşan, basit ve anlaşılır sözcüklerle süratli bir etkileşimi temin için geliştirilen tekniklerle muhataba mesajın ulaştırılmasıdır. Üretilen içerikler hedef kitle dikkate alınarak tasarlanır ve servis edilir. Ne var ki çoğu zaman içinde, bir kitleyi hedef alma, yahut hedef kitle oluşturmayı da ihtiva eden iletişim bilimlerinin bu yönü es geçilir. Oysa medya, algı yönetiminin en önemli unsurlarının başını çekmesi bakımından hedef kitle teşekkülü noktasında ciddi bir işleve sahiptir. Bu hesaba katılmadan yapılacak değerlendirmeler eksik kalabilir.
Planlı bir iletişim stratejisi tatbik edilmeden herhangi bir sahada başarıya ulaşmanın epey güç olacağı ortadadır. Dolayısıyla medyaya sahip olmak kadar onunla belirgin bir algı meydana getirme hususundaki hüneriniz mühim bir yer kaplar. Medyanın başarı ölçütlerinden birinin bu olduğu söylenebilir. Sözü geçen başarıdan kasıt, verilmek istenen mesajın kurgulandığı haliyle muhataba ulaştırılması ve muhatabın kanaatine etki edilmesidir. Algılara dönük yönetim planlaması çoğunlukla ticari amaçlarla hayata geçirilse de siyasi propaganda için de çokça uygulanır.
Modern Ortadoğu tarihinin düğümlendiği konuların başında gelen Filistin-İsrail sorunu; bitmek bilmeyen çatışmalar, mücadelelerle olduğu kadar basının yaklaşımı noktasında da üzerinde kafa yorulacak unsurlarla doludur. 1948’de resmen bir devletin ilan edilmesiyle başlayan gerilim, ardından gelen işgal süreçleri, yıkımlar, göçler ve ölümlerle bugüne uzandı. Olup bitenler medya vasıtasıyla tüm dünyayla paylaşıldı. Bölgede yaşananlar sıklıkla gündeme geldi, getirildi. Yakın döneme kadar ise Anglosakson ve Amerikan tekelindeki medya aracılığıyla aktarıldı yaşanan gelişmeler. Bu elbette bölgedeki gelişmelerin uluslararası siyasetle, uluslararası sermayeyle ve mezkur medyaların kendi ülkelerinin bölgeyle tesis ettikleri hukuk mucibince gündem olması demekti.
Batılı Medya Yıllarca Ürettiği Söylemleri Destekçisi Ülkelere İhraç Etti
BBC, CNN gibi kuruluşlar ile bölgeden zaman zaman haber geçen ajanslar marifetiyle bir medya dili müktesebatı meydana geldi. Hadiselerin lanse edilme biçiminden kullanılan kelimelere, işlenen görüntülerden açıklama talep edilen kişilere, neyin arka plana itileceğine, yöneltilen sorulara kadar hemen her unsur hesaplı kitaplıydı. Yıllar içinde egemen söylemin ihraç edildiği, aynı eksendeki ülkelerin de benzer bir retoriği sürdürdüğüne şahitlik edildi. Tarif ve tevil etrafında kümelenmiş söylemler pragmatik, politik bir ajandanın mahsulü olarak yayınlandı. Hakikat değil, kendini merkeze alan bir tavrın görmek istedikleri ‘gerçekler’ gibi sunuldu.
Uzun yıllara sari bir vasatta ‘İsrailli yerleşimciler’ diye bir terkip girdi hayatımıza örneğin. Bu tamamlama bölgede İsraillilerin varlığından başka bir şey anlatmayan kuru, havada bir jargon olarak dillendirildi durdu. Oysa yerleşimciler diye nitelenenler, İsrail ordusu tarafından işgal edilen Filistin topraklarından koparılan insanların yerine ikamet etmek üzere gelmiş kişilerdi. Yani işgalciydiler. Üstelik hemen hepsi silahlıydı. Bölgenin yapısına vakıf insanlar, İsrail vatandaşlarının kahir ekseriyetinin silah taşıdığını bilir. Şu durumda ordu himayesinde bir haneye yahut toprağa giren ve silahlı olduğunu bildiğimiz bu kişiler ‘İsrailli yerleşimciler’ şeklideki tanımdan fazlasını ifade eder.
Daha yakından bakılmadığı takdirde tarihin olağan akışı içinde meydana gelen sıradan vasıflandırmalar olarak kabul görecek terkipler, esasen yanıltıcı birer propagandadan ibaret olabilir. Keza ‘Yahudi yerleşim birimleri’ de dillere pelesenk edilen bir başka ifade olarak metinlerde yer aldı. Yahudi yerleşim birimleri, İsrail tarafından işgal edilen Filistin topraklarında İsraillilerin ikamet ettikleri meskûn mahalleri adresler. Cebren, uluslararası hukuka, BM kararlarına rağmen ele geçirilen semtlere dair alıkoyma fiili, İsrail hükümeti tarafından desteklenmekte ve Yahudi nüfusunun arttırılması amaçlanmaktadır. Yani işgali sürdürülebilir kılmak için hayata geçirilen bir iskan politikasının neticesidir. Kuşkusuz bu nitelendirmeler hukukta yeri olmayan, söz konusu fiillere meşruiyet kazandırmak üzere ifa edilen çabanın ürünüdür.
Son yıllarda mevcut kavramsallaştırmalara itiraz geliştiren bazı akademiyseler mevcut mafhumların yanıltıcı olduğunda hareketle ‘yerleşimci sömürgeciliği’ (settler colonialism) terkibinin üzerinden meselenin daha doğru bir zeminde tartışılabileceğini işaret ediyor. Kabaca, yerli halkı topraklarından sürüp yayılmacı bir politika doğrultusunda kolonyalistleri yerleştirmek şeklinde tanımlanabilecek yerleşimci sömürgeciliği, Filistin’de yaşananları özetler niteliktedir. Siyonist bagajla gerçekleştirilen yayılmacılık hemen herkesin aklına bir çırpıda gelen dört haritalı tabloda somutlaşan durumun kavramlarla izahıdır.
“İşin Özünde Her Şeyin En Başından Beri Yanlış İşleniyor Olması Var”
Olayların sıcaklığı esnasında BBC’ye davet edilen Birleşik Krallık nezdindeki Filistin Büyükelçisi Hüsam Zamlot dünyaya ders niteliğinde bir mülakat verdi, tam da sözü edilen sorunların altını çizdi. Hamas’ın yaptıklarını destekliyor musunuz sorusunu “Hamas Filistin’deki hükümet değil. Ama İsrail Hükümeti düzenli ordusuna emirler veriyor. Yani lütfen burada eşitlik varmış gibi yapmayın. Eşitlemeyin. İşgal edilenle işgal edeni eşitlemeyin.” sözleriyle cevapladı.
Zamlot gazetecinin, “İsrail’in Filistinli sivilleri öldürmesini kınıyorsunuz ama Hamas’ın İsrailli sivilleri öldürmesini kınamıyorsunuz” şeklindeki yargı bildiren cümlesine mukabil bir soru yöneltti. Kaç kez İsrailli yetkililerle söyleşi yaptığını sordu, ardından cevabı kendisi verip sürdürdü konuşmasını:
“İsrail kaç kere burada kameraların önünde, canlı yayında savaş suçu işledi? Onlara hiçbir zaman kınayıp kınamadıklarına ilişkin bir soru sormakla başladınız mı? Sordunuz mu, sormadınız. Bu soruya cevap vermeyi neden reddediyorum biliyor musun? Çünkü işin özünde her şeyin en başından beri yanlış işleniyor olması var.”
Sorulardaki yaklaşımın yanlışlığını tashihten meselenin aslını izahta zorlanan Filistinli diplomat, olması gerekenin meselenin gerçek sebeplerine odaklanmak olduğunu beyan ederek, “Ne zaman İsrailli bir ölse bizi programa davet ediyorsunuz. Batı Şeria’da son birkaç ayda 200 Filistinli öldürüldü. O zaman beni çağırdınız mı? Kudüs’te ve başka yerlerde İsrail’in provokasyonu olduğunda beni davet ettiniz mi? İsraillilerin son 48 saatte gördüklerini, sizin ‘trajik’ diye tanımladıklarınızı Filistinliler son 70 yıldır her gün yaşıyor zaten. Gazze’nin durumunu biliyorsunuz. Burası en büyük açık hava cezaevi. 2 milyon kişi, son 16 yıldır, İsrail tarafından rehin alınmış durumda. Belki de artık bu retoriği, bu çok tehlikeli olan çerçeveyi bırakmanın ve insanları gerçekle yüzleştirmenin vakti gelmiştir.” dedi.
Senelerce söylem ithalatçısı medyaya maruz bırakıldı Türkiye. Öyle ki Anadolu’da yeri olan şahıs, isimleri dahi Arapça’dan İngilizce’ye tercümesinin Türkçe telaffuzu şeklinde bir tuhaflıkla sunuldu. Filistin mücadelesinin fenomen aktörlerinden Yasir Arafat’in ön ismi ‘Yaser’ biçiminde yerleşti örneğin.
Diken, T24 ve Cumhuriyet gibi yayın organları “İsrail’in 11 Eylülü” anolojisi yaparak okurlarına duyurdu Hamas’ın askeri kanadı el Kassam Tugaylarının operasyonlarını. Refleksif medya kültürünün bilinçaltını ele veren bu teşbih, batı merkezli bir dünya görüşünün açıkça bildiren bir bakış olarak değerlendirilebilir.
Sadece Hakikatten Değil Temkin ve Hassasiyetten de Yoksun Bir Muhalif Medya
Özgün bir medya dilinin geliştirilmesi, özgün politikalarla paralellik arz eden, özgüvenli bir sürecin çıktısı olarak belirdi yıllar içinde. Bir tekamül süreci başladı. Buna rağmen eski alışkanlıkların terkedildiğini söylemek doğru olmayacaktır. Yabancı haber kuruluşlarının ülkemizdeki temsilcileri ile yine bu medyalarla dirsek temasında bulunan, yabancı fonlarla ‘gazetecilik faaliyeti’ yapan sosyal medyada etkili isimlerden bir kısmı, son hadiselerde gerçeklerden uzak birtakım söylemleri yaymaktan beri durmadı.
Filistin-İsrail savaşının son perdesi Türkiye’deki muhalif medya bakımından iki yönüyle temayüz etti. Bunlardan ilki ciddi bilgi eksikliği üzerinden yapılan yayınlardı. Daha ziyade ideolojik tutumların baskın geldiği bu yayınlar, sağlıksız ve yanıltıcı tarafıyla kayıtlara geçti. İkinci yön ise bu zamana kadar elden bırakılmayan ihtiyatlı dilin yitirilmesi oldu. İhtiyatın terkedilmesi Türkiye’de görülmemiş bir İsrail seviciliğini görünür hale getirdi. Sayıları, hitap ettikleri kitleler hayli az olsa da iktidar karşıtlığının sürüklediği yerler makuliyetin de aleyhtarlığı anlamını taşıyordu.
Ne zaman Filistin’e dair bir gündem olsa alelacele sarılılan ‘Osmanlı’ya ihanet ve Yahudilere toprak satıldığı’ iddiaları beklendiği gibi devreye alındı. Yalnız bu defa daha fazlası dillendirildi. Milliyetçi damarı hayli baskın, kendi topraklarının haricinde diasporada da davalarını sürdürmek noktasında faaliyetlerden geri durmayan Filistinliler’in bir milli bilincinin olmadığı rahatlıkla ifade edilebildi yakın zamanda. Filistinlilik olgusunun sentetikliğine vurgu yapan sözlerin tarihi ve sosyolojik bir karşılığının olup olmadığı kaynak eserlerden, akademik çalışmalardan rahatlıkla teyit edilebilecekken, buna tenezzül edilmeksizin ortaya atılan iddiaların son derece tutarsız olduğunu/olacağı aşikardır. Tarihle ilişkinin zemini, toplumdaki ortak hafıza, duygudaşlık ve cari kültür bütünü gibi unsurlar milli şuurun sınırlarıdır. Sosyal bilimler açısından bakıldığı zaman Filistinlilik diye bir olgunun varlığı gayet sarihtir.
Muhalif medya mecralarının son saldırıların sebepsizce, Hamas tarafından başlatıldığının çevresinde dönen yayınları da bir başka problemi teşkil ediyor. Hamas’ı yerde yere vuran, tümüyle terörist bir yapı olarak lanse eden, en nihayetinde ‘İsrail güçlüdür, onunla savaşmayın, sizin için ne takdir ediyorsa ona razı olun, topraklarınızı geri almak için çabalamanız beyhude’ kabilinden bir yaklaşım serdetti muhalif medya. Gazze’de yaşayanların İsrail’in lütfettikleriyle yetinmeyi salık veren söz konusu yayınlar, varlık mücadelesi veren bir halkın gayretini ‘İsrail’in mutlak güçlü olduğuna dair fikre’ kurban etmek anlamını taşımaktadır. Halbuki tüm hak ve hürriyetlerin giderek daraltıldığı, asgari insani şartların dahi reva görülmediği bir süreç yaşanıyor Gazze’de. İsrail’in bölgedeki politikalarının gayrimeşru olduğu Birleşmiş Milletler’in ve Uluslararası Ceza Mahkemesi kararlarıyla sabitken, ortada sebep olmaksızın saldırı yapılıyormuş bir algıya hizmet etmenin itidalle örtüşmeyeceği ortadadır.
Birleşmiş Milletler’in Genel Sekreteri Antonio Guterres İsrail ve Hamas arasındaki savaşla ilgili yaptığı açıklamada “Bu çatışma durup dururken oluşmadı. Çok uzun zamandır süren ve sonunda siyasi çözüm görünmeyen 56 yıllık bir işgalden ötürü ortaya çıktı.” değerlendirmesinde bulundu mesela. Bu açıklama hayli cılız şekilde üç beş mecra dışında görmezden gelindi.
Ezcümle medyanın olanları aktarma mesuliyeti vardır. Muhalif de olsa bu sorumluluğu terk etmemesi beklenir. Ancak durum beklenenden faklı bir görünüm arz etmektedir. Çatışmalar sürerken İsrail’dekiler için ‘öldürüldü’ Gazze’dekiler için ise ‘öldü’ sözcüklerinin tercih edilmesi dahi meselenin anlaşılması açısından önemli bir ayrıntıdır.
Kavramların yerli yerince kullanılması yerine zihinleri kanalize etmeye matuf söz dizgelerinin politikacılar vasıtasıyla toplumlara zerk edilen zehirli birer unsur olabileceği hiç de yabancısı olduğumuz şeyler değil.Bildiği yanıldığına yetmeyen muhalif medya organları araştırmaya hacet duymaksızın, birtakım veriler aktarabiliyor halihazırda.
Gelinen noktada İsrailli kabine üyeleri savaş suçunu aleni beyan ediyor. Türkiye’nin yeri geldikçe güçlü şekilde dillendirdiği ‘devlet terörü’ tespiti görmezden geliniyor. Kassam Tugaylarının eylemlerine misliyle mukabele etmek adına Gazze’de toplu cezalandırmaya girişiliyor. Ve tüm bunların Cenevre Sözleşmesiyle sabit bir savaş suçu olduğu biliniyor. Fotoğraf böyleyken yapılan bazı yayınlar hakikatin hilafına sürüp gidiyor.
Muhalif medya yaptığı yayınları gerçeğe değil propagandaya tahvil etmeyi seçmiş görünüyor. Sosyal medyada kullanılan fotoğraflar ve görüntüler ile ideolojik birtakım gayelere hizmet ediyor. Hızın ve etkileşimin yoğunlaştığı bu tip dönemlerde teyit mekanizmasına duyulan ihtiyacın azalması da yapılan hoyratça yayınların sebeplerinden biri olarak sıralanabiliyor. Gerçeğin bir kısmının saklanmasından dezenformasyona uzayan yayın politikalarına karşı hakikati güçlü bir tarzda yansıtacak, itidal merkezli medyanın tahkimi büyük önem arz ediyor.