ABD’nin Teröre Karşı Savaştan Terörle Birlikte Savaşa Dönüşen Stratejisi ve Türkiye’nin Terörle Mücadelesi

1 Ekim’de Ankara’da İçişleri Bakanlığı önünde düzenlenen bombalı saldırının faillerinin Suriye’de terör örgütü PKK’nın kontrolündeki bölgelerde eğitim görmüş teröristler olduğunun açıklanmasıyla Türkiye’nin terör örgütüne yönelik operasyona başlaması bekleniyordu. Önce Irak’taki terör noktalarına hava harekatları düzenlenirken daha sonra dışişleri bakanı Fidan’ın açıklamasıyla Suriye’deki terör noktalarına yönelik hedefler de vurulmaya başlanmıştı. Mevcut İlk aşamada Fidan’ın açıklamalarındaki altyapı ve enerji tesisleri vurgusu ve hava harekatıyla hedef alınan noktalar öne çıkarken ABD’nin bir Türk SİHA’sını düşürdüğünü duyurmasıyla süreç farklı bir yöne evrildi.

Tüm bu gelişmeler ışığında ABD’nin Suriye politikası özelinde, teröre karşı savaştan terörle birlikte savaşma stratejisine dönüşü ışığında ABD’nin Suriye politikasının geleceği ve Türkiye’nin harekât yaklaşımı tekrardan incelenmeyi hak etmekte.

Teröre Karşı Savaş, Vekalet Savaşı ve Kendi Kendine Yeten Terör Projesi

Literatürde ABD’nin savaş biçimi ve grand stratejisi konusunda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. ABD’nin devasa askeri kapasitesi ve vuruş gücünün nasıl kullanılacağı ve grand strateji açısından kullanışlı hale getirileceği bu tartışmaların odak noktası olarak söylenebilir. Tarihsel olarak ABD tarzı savaş, ABD’nin 2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’ta nasıl savaştığı üzerinden şekillenen bir tartışmadır.

Echevarria’nın iddiasına göre Amerikan ordusunun savaşma biçimi, düşmanı ağır askeri gücüyle ezen bir askeri zafer kazanma arzusuna dayanmaktadır. Buna göre Amerikan savaş düşüncesi stratejik düşünceden ziyade savaşın nasıl yürütüleceği ve ne kadar güç kullanılacağı üzerine şekillenmiştir. Keravouri de ABD’nin stratejinin başarısından bağımsız olarak hızlı askeri zaferler aradığını ve arzu edilen siyasi sonuçlar ne olursa olsun askeri sonuçların bununla uyumsuz olabileceğini iddia etmiştir. Buna örnek olarak da Soğuk Savaş şartlarında stratejik önemi tartışmalı olsa da Vietnam’da ABD’nin sürekli daha fazla yatırım yaparak savaşa saplanmasını göstermiştir.

Ancak Soğuk Savaş sonrası iddia edildiği gibi ne tarihin sonu geldi ne de tüm popülerliğine rağmen medeniyetler çatışması yükselişe geçti. 11 Eylül 2001’de düzenlenen saldırılar sonrası ABD’nin ürettiği “teröre karşı savaş” doktrini tartışmayı devlet dışı aktörlere ve uluslararası terörizme yöneltti. Bu da savaş metodunda terörle mücadele, asimetrik tehditlerin elimine edilmesi, hibrit savaş ve gri bölge çatışmaları gibi kavramlara odaklanan yaklaşımların öne çıkmasına sebep oldu. Caydırıcılığın devlet dışı aktörlere karşı çalışmaması sebebiyle önleyici müdahaleden, nokta atışı operasyonlara kadar farklı doktriner yaklaşımlar önem kazandı.

Amerikan grand stratejisinin aşırı müdahaleyle izolasyonculuk arasında düzenli olarak savrulan seyri düşünüldüğünde günümüzde Obama döneminden itibaren bir neo-izolasyonculuk içerisinde olduğu söylenebilir. Günün sonunda ABD’nin ne kadar güç kullanacağı grand stratejisinin de temel aldığı basit bir maliyet hesabına dayanır oldu. Buna göre geriden yönetme, yerel aktörlere sorumluluk ve maliyet yükleme ve vekalet savaşı gibi yaklaşımlar yeni dönemde ABD’nin ana yaklaşımını oluşturur oldu.

Arap Baharı’yla birlikte ABD’nin Ortadoğu’ya bakışı ve özellikle Suriye politikası da bu temel yaklaşımlar üzerinden şekillendi. Buna göre ABD, Obama doktrini doğrultusunda, sistemik kriz üretmeyen tüm krizlerde krizin özüne ilgisiz davranarak krizi sınırlayıcı politikalar oluşturdu. Obama’nın meşhur kırmızı çizgisinin aşılması da bu ilgisizliğin görüldüğü bir düzlemde iç savaşta Esed rejiminin bile caydırılamadığının önemli bir kanıtıydı.

DEAŞ’ın ortaya çıkışı ise Batıyı da tehdit eden uluslararası terörün ve göç krizinin de ortaya çıkmasıyla sistemik kriz olarak adlandırılabilecek bir durum olması sebebiyle ABD’nin müdahalesini kaçınılmaz kılmıştı. Ancak müdahale doğrudan yapılmak yerine yerelde pratik görülen terör örgütü PKK/YPG’nin askeri ve ekonomik olarak desteklendiği bir vekalet savaşı şeklinde yapıldı. Bu da ABD’nin “teröre karşı savaş” doktrininin “terörle birlikte savaş”a dönüştüğü bir kırılma noktası oldu.

ABD’nin maliyetten kaçınma mantığıyla, NATO müttefiki Türkiye ile ilişkilerini feda edecek bu kararı alması, ABD’nin yaklaşımında temel değişkenlerin ne olduğunu göstermesi açısından kritik. Dolayısıyla ABD’nin maliyet ve efektiflik hesabı temelinde, Pentagon ve Centcom’un dümeninde yer aldığı politikası yine maliyet ve efektifliği üzerinden incelenmesi ve mücadele edilmesi gereken bir alana dönüşüyor.

ABD’nin Türk SİHA’sını Düşürmesi

Tüm bunların ışığında ABD, 5 Mayıs’ta Suriye’de Türk SİHA’sını düşürdüğünde bu politikanın kaçınılmaz sonuçlarını yaşıyordu. ABD’nin bu agresyonunun açıklaması, tüm diplomatik dilin ötesinde ABD’nin Türkiye’nin hava operasyonlarına yönelik açık bir çizgi çekme ve Türkiye’nin ABD için maliyeti yükselten girişimlerinin önünün alınma hamlesiydi.

ABD karar alıcılarının düşüncesine göre Türkiye’nin ABD ile sıcak bir temas ve tırmanmadan kaçınacağı ve dolayısıyla bu hamle sonrası diplomasi kanallarını açarak YPG’ye yönelik harekatlarını durduracağı hayal ediliyordu. Böylece terör örgütü üzerindeki baskının azaltılacağı ve ABD’ye çıkan maliyetin sınırlanacağı düşünülüyordu. 2019’da Barış Pınarı harekâtında ABD ve Rusya Türkiye’ye garantiler vererek Türkiye’nin operasyonunu nihai hedeflerine tam ulaşamadan engellemesi, bu durumda da benzer bir girişim ve zor kullanarak Türkiye’yi geri adım attıracakları vehmine soktu. Ancak ne teoride ne de pratikte bu yaklaşım doğru bir zemine oturmuyor. Teorik olarak ABD’nin böyle bir agresyonu gösterdiğinde karşısındaki aktörün geri adım atmak yerine misilleme ve cezalandırmada bulunacağı muhtemel. Bu politikanın geçmişte Suriye’de Esed rejimini ve İran destekli Şii milisleri bile caydırmaktan uzak olduğu birçok örnekte kanıtlanmıştı.

Pratikte ise Türkiye, geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Fidan’ın belirttiği gibi terörün tüm tesislerini meşru hedef olarak görmekte ve üçüncü taraflara da teröristlerden uzak durmasını tavsiye etmekteydi. Dahası, geçtiğimiz aylarda Türkiye, Irak’ta terör örgütünün sözde yöneticilerinin ABD askerleriyle birlikte bulunduğu bir konvoya uyarı atışı yapmaktan da çekinmemişti. Dolayısıyla ABD’nin tüm bunları göz ardı ederek planladığı eylem başarısızlığa mahkumdu. Ancak ABD’nin sahanın gerçekleriyle çatışan politikası ABD’yi maliyetten kaçınmak isterken daha büyük maliyetlerin altına girdiği bir pozisyona çekmeye devam ediyor.

Türkiye’nin Adı Konmamış Harekatlar Bütünü ve Kara Harekâtı Olasılığı

Türkiye Irak ve Suriye’de terör örgütüne yönelik hava harekatlarını TSK ve MİT eliyle devam ettirirken izlediği strateji dikkat çekiyor. Şu aşamada söylemek gerekir ki henüz adı koyulmuş müstakil bir operasyon yok. Bu da mevcut hava harekatlarının yıllardır teröre karşı süregelen politikanın ve harekât zincirinin bir parçası olduğunu, öncekilerin devamı ve sonraki hava harekatlarının da öncülü olduğunu gösteriyor.

Türkiye’nin hedef aldığı noktaları harita üzerinde incelediğimizde ilginç bir sonuç çıkıyor. Fırat’ın batısında Tel Rıfat’ın hedef alınması ve bazı bölgelerdeki topçu atışları dışında vurulan yerlerin özellikle Barış Pınarı harekât bölgesinin doğusunda yoğunlaştığı görülüyor. Kamışlı ve Haseke kırsalındaki noktalar öne çıkarken petrol kuyuları ve barajlar gibi terörün ekonomik kaynakları ve stratejik noktalarının hedef alınması hem bakan Fidan’ın açıklamasının bir yansıması hem de Türkiye’nin meşru hedef anlayışının yerleştiği bir düzlem doğurmakta.

Mevcut hava harekatlarının bir kara harekâtına ve dolayısıyla müstakil bir operasyona dönüşüp dönüşmeyeceği ise farklı bir tartışma konusu. Türkiye’nin hedef aldığı noktaların çeşitliliği uygulanan stratejiyi göstermesinin yanında bir noktaya daha dikkat çekiyor. Hedef alınan terör örgütü noktalarının yanı sıra petrol tesislerinin ve altyapının hedef alınması terör örgütünün ekonomik kaynaklarına zarar vermesiyle orta ve uzun vadede bölgeyi terör örgütü için yaşanmaz hale getirmek ve ABD için terör örgütünü katlanılmaz bir maliyet haline getirme amacı taşıyor. Bunun dışında vurulan hedeflerin özellikle terör örgütünün elinde tuttuğu şehir merkezleri içindeki ve çevresindeki bilinen tünel ağlarına yönelik bir saldırıya odaklanmayıp çeşitlendirilmesi, bu hava harekatlarının kara harekâtı öncesi örgüt hatlarını yumuşatma girişimi olmadığını göstermektedir. Ayrıca muhtemel bir kara harekatının yerel şartlardan öte bölgesel ve küresel dengelerin bir sonucu olarak ortaya çıkacağı da unutulmamalıdır. Bundan dolayı uluslararası şartlar uygun olduğunda ve bir fırsat penceresi açıldığında Türkiye’nin teröre karşı bir kara harekâtına gireceği açık bir gerçektir. Ancak şu aşamada hedef alınan noktalar incelendiğinde Türkiye’nin hızlı bir kara harekâtı yerine uzun vadeli stratejisine odaklandığı söylenebilir.

Tüm bunlar ışığında Türkiye’nin YPG terörüne yönelik hamleleri ABD için maliyeti artırmaya devam ediyor. ABD’nin bu politikada ısrar edip etmeyeceği ise uzun vadede bölgenin geleceğini şekillendirecek başlıca unsur. Çünkü bu aşamada karar vermesi gereken ve yaklaşımını sahanın gerçeklerine yeniden kalibre etmesi gereken taraf ABD.

Suriye ABD için ya Vietnamlaşacak ya da Afganistanlaşacak

ABD’nin kendi kendine yeten bir terör örgütü yaratarak maliyetsiz bir vekil aktör oluşturma stratejisi Türkiye’nin hava harekatlarıyla ağır yara alırken, bir karar aşamasına gelindiği bir gerçek. Bu noktada ABD için alternatifler 2 senaryoda yoğunlaşıyor. Ya Vietnam savaşında olduğu gibi ABD savaşın/krizin içine tamamen girecek ve tüm maliyete rağmen politikasında ısrarın gerektirdiklerini yapacak ya da Afganistan örneğinde olduğu gibi projesi ve politikasının başarısızlığını kabul ederek bölgeden çekilecek.

İlk senaryoda ABD için en temel sorun NATO müttefikiyle sıcak bir temas ve çatışma riski ile Suriye krizi gibi çetrefilli bir savaş sahasına saplanma olasılığı. ABD’nin Obama döneminden beri süregelen yaklaşımı gereği askeri varlığını artırmak ve sıcak çatışmalara girmekten kaçınma yaklaşımıyla çelişen bu durum, 2024 başkanlık seçim süreci arifesinde Amerikan karar alıcılarının girişeceği bir eylem gibi görünmüyor.

İkinci seçenek olarak Afganistan benzeri bir geri çekilme ise ABD için en maliyetsiz politika olsa da karar vericilerin ve özellikle Pentagon CENTCOM ekibinin Türkiye karşıtı, PKK/YPG yanlısı ideolojik pozisyonları nedeniyle en muhtemeli olarak durmuyor. Ayrıca yine seçim dönemi öncesinde Biden yönetiminin yıllardır büyük yatırımlar yaptıkları YPG’yi ani bir kararla terk etmesi iç politikada büyük bir hezimet olarak okunacağı için tercih edilmeyecektir.

Bu şartlarda aslında başta mevcut politikanın devamı olmak üzere ABD için üçüncü bir opsiyon bulunmasa da Amerikan yönetiminin mevcut politikaya dokunmadan, maliyetleri sınırlayıcı ve statükoyu koruyucu pozisyonu dayatmaya çalışacağı beklenmelidir.

Sonuç

Sonuç olarak Türkiye’nin Suriye ve Irak’ı kapsayan terörle mücadele stratejisi ulusal güvenliği sınırların ötesinde sağlamayı ve terörü kaynağında yok etmeyi içermesi açısından oldukça değerli. Bunun yansıması olarak düzenlenen hava harekatlarının terörün ekonomik kaynaklarını da hedef almasıyla saha şartlarının adım adım istenilen şartlara getirilmesi öngörülüyor. Hava harekâtına ek olarak müstakil bir kara operasyonunun başlaması ise Türkiye’nin bu stratejisi ölçüsünde anlam kazanan bir adım olarak yerini alacaktır. Bu aşamada bir kara harekâtı öngörülmese de SİHA ve F-16’ların aktif kullanımıyla havadan yürütülen sürecin de terörle mücadelede efektif bir yöntem olduğu unutulmamalıdır.

ABD açısından ise uyguladığı politikanın, sahanın gerçeklerine aykırı olduğu gibi Türkiye ile ilişkilerde de en temel kriz konusu olan PKK/YPG desteğinin mevcut maliyetiyle bile devam etmesi mümkün görünmüyorken, güneyde Deyr ez Zor’da Arap aşiretlerin YPG’ye karşı mücadelesi ve kuzeyde Türkiye’nin terör operasyonları sebebiyle çok daha ağır maliyetler doğuracağı bir gerçek. Petrol gelirine darbe yemiş bir YPG’nin, bölgede ABD yardımına eskisinden çok daha fazla ihtiyaç duyacağı da aşikâr. Dolayısıyla ABD için en irrasyonel görünen, sahanın gerçeklerine en aykırı olan ve Türkiye ile ilişkilerde yeni krizler yaratmaya devam edecek olan politikanın kısa vadede devam ettirileceğini söyleyebiliriz. Uzun vadede ise bir karar vermek zorunda kalacağı kesin.

[Ahmet Arda Şensoy, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu