Avrupa Parlamentosu Türkiye Raporu

Stratejik Körlük Devam Ediyor

NATO Vilnius Zirvesi sonrası Türkiye’nin AB ile ilişkileri farklı bir düzlemde ele alması birçokları için üyelik süreci, gümrük rejimi ve serbest dolaşım gibi konularda pozitif gündem oluşması beklentisini doğurmuştu. İsveç’in NATO üyeliğine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeşil ışık  yakması aslında  uzun zamandır gerginliğin tırmandığı ABD, AB ve AB üyesi ülkeler ile farklı alanlarda devam eden birbirinden bağımsız müzakerelerin yeniden ele alınması için bütün taraflara verilen bir fırsattı. Yani Türkiye Ukrayna’da devam eden işgal ve Covid-19 pandemi süreci gibi küresel etkileri olan krizlerin bölgede doğrudan getirdiği zararlara karşı müttefiklerine “gerçekçi” bir çerçevede ilişkileri yürütmek için yeni bir fırsat penceresi ortaya koymuştu. Gelinen noktada Avrupa Birliği de 13 Eylül’de duyurdukları Avrupa Parlamentosu 2022 Türkiye raporunda ilişkileri gerçekçi bir çerçevede yeniden düzenlemeyi teklif ediyor. Ancak görünen o ki AB bürokrasisinin gerçeklikten anladığı ile Türkiye’nin bugünün sorunlarını ele alma biçiminde temel farklılıklar mevcut. Yani AB Türkiye raporu, gören gözler için Türkiye’den öte Avrupa Birliği hakkında çok fazla şey söylüyor.

Tam Üyelik mi İmtiyazlı Komşuluk mu?

Avrupa Parlamentosu Türkiye raporu esas itibariyle Birlik ile Türkiye arasındaki ilişkilere yönelik bir bilgilendirme metni değildir. Daha çok bu raporu Türkiye’nin 2005’te başlayan üyelik müzakereleri devam ederken, güvenlikten dış politikaya, ekonomiden insan haklarına kadar birçok konuda AB standartlarına ne kadar uyup uymadığına yönelik üstenci bir değerlendirme olarak görmek mümkün. Bu yılki raporun öncekilerden farklı olarak Türkiye’nin üyelik sürecinin artık umutsuz bir aşamada olduğu dolayısıyla bugünkü şartlarda Türkiye-AB arasında artık yeni bir çerçevede ilişkilerin tanımlanması gerekliliği vurgulanıyor. Bu aslında Türkiye’yi üyelik süreci devam eden bir ülke olmaktan çıkarıp herhangi bir üçüncü ülke gibi ele almak olarak da yorumlanabilir. Yani Parlamento yarım asırdan fazla süredir devam eden üyelik sürecinin iki tarafı ilgilendiren meselelerde, potansiyel işbirliklerinde veya çatışan çıkarlarla alakalı gündemlerde müzakere edebilmeyi dahi imkansız hale getirdiği dolayısıyla AB tarafının artık masayı ters çevirmesi gerektiğini ima ediyor. Bunu da AB’nin özellikle Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerine yönelik Ortaklık Anlaşması etrafında inşa ettiği ilişkilere atıfta bulunarak modernize edilmiş bir ortaklık anlaşması ile yapmasını öneriyor.

Diğer bir deyişle bu zamana kadar AB Türkiye ile olan ilişkilerini öğrenilmiş asimetrik ilişki dinamikleriyle ele alarak süreci siyasi değil hukuki bir dolu prosedür üstünden devam ettirme eğilimindeydi ancak bu raporda ise hukukun artık tıkandığını birçok yanıltıcı iç politik gerekçe ile öne sürerek siyaseten ilişkilerin yörüngesinin değişmesi gerekliliği vurgulanıyor.

Gerek en son yayımlanan gerekse önceki raporlarda Türkiye hakkında AB’nin temel çıkarlarıyla alakalı konulara çok az atıf görülmesi de bundandır. Herkesin malumu olduğu dış politika konularında Türkiye’yi tamamen saf dışı bırakamayacaklarının farkındalar. Dolayısıyla spekülasyona açık iç politika malzemelerinin metinlerde daha çok öne çıkarılması da bilinçli bir durum. Örneğin son raporda Ukrayna ve tahıl koridoru meselesinden bahsedilirken Türkiye’ye gerekli payeler veriliyor. Ancak Rusya’ya karşı yaptırımlara dahil olunmamasını eleştiriyor. Öte yandan Libya hususunda OGSP ile eşgüdümlü hareket edilmemesi eleştiriliyor. Yine Ege Adaları, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konusunda benzer yaklaşımla Türkiye’nin saldırgan olduğu ve başka ülkelerin egemenlik haklarına saldırdığı söyleniyor. Ayrıca Ermeni Meselesi’nde doğrudan Türkiye’yi suçlu konumda ele alırken Suriye’de terörle mücadeleye şerh koyuyor. Ancak bütün bu güvenlik ve dış politika meseleleri raporun küçük bir kısmını oluşturuyor. Raporun geri kalan kısmı tamamen kendisini muhalefet olmaya adamış ve ipleri dışardan birilerinin elinde bir siyasi parti gibi hükümet eleştirisi durumunda. Öyle ki Türkiye’nin PKK’ya yönelik her alanda devam eden ve her geçen gün ülkeyi terörden daha da temizleyen tutumu insan hakları çerçevesinde, hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü ve seçme ve seçilme hakları gibi gerekçelerle eleştiriliyor. Seçildiği belediyenin kaynaklarını terör örgütüne peşkeş çeken HDP’li siyasetçileri, dahası Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala gibi isimleri birer barış aktivisti olarak gösteren uzun analizler raporun esas omurgasını oluşturuyor. Bunun yanı sıra Türkiye’de İslam’ın değişmez bir gerçeklik olduğunu görmezden gelerek LGBT gibi oluşumların yeterince alan bulamaması eleştiriliyor.

Stratejik Körlük Devam Ediyor

AB’nin Türkiye’ye yönelik bu üslubu ve yaklaşımı yeni bir durum değil. Üyeliği talep eden gelişmekte olan bir ülke ile üyeliği ancak lütfedebilecek gelişmiş bir siyasi organizma arasında yıllarca süren asimetrik bir ilişki biçimi Türkiye-AB ilişkilerinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kadar ki sürecinin bir özeti olduğu söylenebilir. Ancak bu asimetri artık sürdürülebilir değil çünkü Türkiye büyümeyi ve güçlenmeyi sadece ABD ekseninde olacak şekilde AB pazarına girmek ve AB normlarına uymak ile tanımladığı günleri çoktan geride bıraktı. Esasında bugün her iki tarafın da ilişkileri yeniden tanımlamaya yönelik hamleleri tam da bu yüzden. Türkiye AB için hayati meselelerde kilit bir rol oynuyor. AB’nin Ukrayna’da işgal devam ederken Rusya’ya karşı en ufak müzakere şansı yokken Türkiye tahıl anlaşması gibi meselelerde doğrudan arabuluculuk yapabiliyor. Suriye ve Libya’da AB tamamen ikincil bir aktör konumuna düşerken Türkiye bölgede doğrudan söz sahibi bir pozisyonda. Enerji arz güvenliği ve ticaret yollarıyla alakalı Avrupa’nın Asya ile arasındaki en önemli köprü yine Türkiye olarak gözüküyor. Öyle ki henüz geçtiğimiz hafta G20 Zirvesi’nde duyurulan Hindistan’dan AB’ye uzanan yeni bir ticaret yolu oluşturma fikri bile Türkiye’yi by-pass edecek şekilde planlansa bile günün sonunda EastMed’in akıbetine uğrayacağı şimdiden belli. Bölgede lojistik altyapı konusunda Türkiye rakipsiz konumda. Aslında AB için artık hayati olacak konularda Türkiye’nin eli hiç olmadığı kadar güçlü. Ancak gerek AB pazarının büyüklüğü gerekse siyaseten ABD ile ilişkileri Türkiye açısından tanımlayan faktörlerden birinin AB üyelik süreci olması ve bölgesel sorunlarda Türkiye için AB üyeleri ile olan ilişkilerin önemi düşünüldüğünde Birlik de Türkiye için önemli bir pozisyonu dolduruyor. Dolayısıyla ilişkileri tamamen bitirmek ve bugünkü haliyle devam ettirmek artık mümkün gözükmüyor. Türkiye ilişkilerden önceki dönemlerin mirası olan asimetriyi kaldırarak Gümrük gibi konularda imtiyazlar elde ederek süreci devam ettirme peşindeyken AB ise halen eski dinamiklerle Türkiye’yi üyelik kartıyla tehdit ederek bu tanımlamayı yapmayı bu rapor ile tercih etti.

Tam da bu sebeple AB’nin Türkiye’ye yönelik bu tutumunu stratejik körlük olarak tanımlamak oldukça mantıklı. Evet Türkiye’nin bölgede artık denge unsuru olduğu bu yeni pozisyonu görmezden gelerek sanki hala arada bir asimetri varmış gibi davranmak bir körlük durumu. Ancak her türlü engelleme çabasına rağmen yolunda ilerleyen Türkiye’ye bir de AB üyeliğinin ve hatta aday ülke statüsünün getirdiği imtiyazlardan yararlanma fırsatı vermek asimetriyi ilk kez Türkiye’nin lehine çevirebilecek bir ortam oluşturacaktır. Dolayısıyla AB tarafının körlüğü tam da bu sebeple stratejik bir hal alıyor. Her ne kadar Türkiye’nin AB’nin enerji, ekonomi ve güvenlik çıkarları konusunda kritik bir pozisyonu olsa da halen AB için bütün bu alanlarda esas belirleyici unsur Amerika’nın onlara sunacağı fırsatlar, koruma kalkanı veya getireceği maliyetler. Dolasıyla ABD’nin Başkan Obama’dan bu yana odağının Asya-Pasifik tarafına kaymış olması ve AB’yi her krizde tek başına bırakıyor oluşu bir belirsizlik yaratsa da halen sistemik düzeyde ABD’nin liderliği devam etmekte ve halen bu liderliğin küresel ölçekte en önemli vitrinlerinden biri Avrupa Birliği’dir. Dolayısıyla belirsizlik ortadan kalkmadığı sürece AB-Türkiye ilişkilerinde bugünkü restleşmelere rağmen radikal hamlelerin en azından AB tarafından gelmesi kısa vadede mümkün gözükmüyor. Bu noktada ellerinde sadece bu gibi devlet düzeyinde ciddiye alınması çok da gerekmeyen raporlar veya etkisiz üye ülkelerin siyasilerinden gelecek radikal açıklamalardan başka bir enstrüman yok. Türkiye tarafı bunu çok iyi biliyor öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan bu rapora yönelik gerekirse AB ile yolların ayrılabileceğini söyleyerek AB’nin hamlesini yine boşa düşürdü.

Sonuç olarak AB-Türkiye ilişkilerinin geçmişi bir asimetri üstünden tanımlanabilirken artık bu ilişki biçimini Türkiye’nin taleplerini dikte ettiği ve hiçbir şekilde eski yöntemlerle caydırılamadığı bir sürünceme dönemi olarak tanımlamak sanırım doğru olacaktır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu