Suudi Arabistan’ın Kırılgan Diplomasisi

Riyad yönetimi son dönemde birbiri ardına kritik diplomatik adımların altına imza atıyor. Mart ayında Pekin arabuluculuğunda gerçekleşen Suudi-İran uzlaşısı, Çin’le yakın ilişkiler ve Çin öncülüğünde kurulan BIRICS bloğuna katılma niyetleri, İsrail’le ilişkileri normalleştirme girişimleri ve Hindistan’ın formüle ettiği “Baharat Yolu” inisiyatifine katılma niyeti bu diplomatik girişimlerin en önemlileri olarak ön plana çıktı.

Öncelikli olarak ülkenin toprak bütünlüğü ve rejim güvenliğini sağlamaya yönelik bu diplomatik girişimler bir taraftan da ülkenin bölgesel ve küresel profilini yükseltmeyi hedeflemektedir. Ancak birbiri ardına atılan ve başarılı olarak da kabul edilen bu diplomatik girişimler ülkenin bölgesel ve küresel pozisyonunda önemli kırılganlıkların da ortaya çıkmasına yol açacaktır. Tüm bu girişimler Mısır ve Pakistan gibi geleneksel Suudi müttefikleri ile Riyad’ın arasını açabileceği gibi Suudi iç kamuoyunda yönetimi ile halk arasındaki uçurumu derinleştirebilecek sonuçlar doğurabilir.

Geleneksel Suudi Dış ve Güvenlik Politikasında Kritik Faktörler

Geleneksel olarak Suudi krallığının rejim güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından üç kritik faktör bulunmaktadır. Bu faktörlerin ilki bölgenin önemli aktörleri olan Mısır ve Pakistan ile kurulan ittifaktır. Her iki ülke de güçlü bir askeri endüstriyel kapasiteye, benzersiz demografik ve ideolojik avantajlara sahiptir. Pakistan’ın nükleer güç olması da Suudi Arabistan’ın güvenliğine büyük katkılar yapmaktadır. Her iki ülkenin tüm İslam dünyasını kuşatan ulus aşırı ideolojilerin entelektüel üretim merkezi olması da oldukça önemlidir. Pakistan İran’ı doğudan çevreleyerek, Mısır da İran’ın Levant bölgesindeki politik ve ideolojik nüfuzunu sınırlayarak Suudi güvenliğine benzersiz katkılar yapmaktadır. Aynı zamanda Pakistan ordusunun emekli subayları uzun yıllardır Suudi ordusunda görev almaktadır.

Bu faktörlerin ikincisi süper güç olan ABD ile II. Dünya Savaşı sonrası sağlanan mutabakattır. Bu mutabakat gereğince ABD yetmiş yılı aşkın bir süre boyunca sağladığı fiili güvenlik garantileri ile Suudi rejim ve toprak bütünlüğünün en önemli garantörü olmuştur. Suudi rejimi, bölgede son yetmiş yılda ortaya çıkan tüm istikrarsızlıklara rağmen güvenlik içerisinde kalabilmesini ABD fiili güvenlik garantilerine borçludur.

Son olarak da Krallığın Filistin meselesi üzerinden somutlaşan “Arap ve İslam davalarına bağlılık” politikası bir taraftan krallığın içerideki toplumsal meşruiyet tabanını genişletirken diğer taraftan İslam dünyasındaki yumuşak gücüne benzersiz katkılar yapmaktadır. Krallık 1948 yılını takip eden her Arap-İsrail savaşında Filistinlileri desteklemiş ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını en önemli dış politika hedeflerinden biri olarak kabul etmiştir.  1981’de yayınlanan Fahd Planı ve 2002 yılında yayınlanan Abdullah Planı “Kudüs de dâhil olmak üzere BM kararlarına uygun olarak işgal altındaki tüm topraklardan tamamen çekilme” karşılığında İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesini içermektedir.

Diplomatik Durumu Kırılganlaştıran Adımlar

Aslında Riyad yönetimi 2015 sonrası dönemde attığı adımlarla geleneksel dış ve güvenlik politikasından oldukça uzaklaşmıştı. Ancak son aylarda birbiri ardına başlatılan diplomatik girişimler Krallığın geleneksel politikasında uzaklaşmanın ötesinde dış ve güvenlik politikasında tutarlılığın da kaybolmasına yol açmaktadır. Çünkü Krallık 2023 yılı başlarından itibaren bir taraftan küresel ve bölgesel müttefiklerinden uzaklaşırken diğer taraftan rejimin toplumsal meşruiyet tabanını zayıflatacak adımlar atmaya başlamıştır.

İlk olarak geçtiğimiz hafta G-20 zirvesinde Hindistan’ın girişimleriyle başlatılan “Baharat Yolu” inisiyatifine Suudi Arabistan’ın katılması Mısır ve Pakistan ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerde ciddi bir gerginliğe yol açacaktır. Çünkü “Baharat Yolu” inisiyatifi Hindistan’ın küresel siyaset ve ekonomideki profilini yükselterek Pakistan karşısında Hindistan’ı güçlendirecektir.  Benzer şekilde bu inisiyatife yapılan her yatırım doğal olarak Süveyş Kanalı’nın baypas edilmesine yol açarak Mısır’ı jeopolitik değerini zayıflatacaktır. Dolayısıyla “Baharat Yolu” inisiyatifi her iki ülke ile Suudi Arabistan arasındaki köklü ilişkilere zarar verecektir.

İkinci olarak Riyad’ın “Baharat Yolu” inisiyatifinde yer alması uzun zamandır Orta Doğu’da en büyük yatırımcı olan, bölge ile en yüksek ticaret hacmine sahip olan ve bölge hidrokarbon kaynaklarının en büyük alıcısı olan Çin ile Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşmaya ket vuracaktır. Suudiler yönlerini Pekin yerine Yeni Delhi’ye dönecek olurlarsa devasa Çin yatırımlarından dışlanmak gibi bir tehlike ile yüz yüze gelebilirler. Çin’in Riyad’la zayıflayan ilişkileri Pekin yönetimimin Suudilerin en büyük bölgesel rakibi/düşmanı İran’a yönelmesine yol açacaktır. Her iki durumun da Riyad açısından ciddi sonuçları olacaktır.

Son olarak Suudi-İsrail normalleşmesine dönük girişimler Krallığın uzun yıllar boyunca büyük çabalarla İslam dünyasında inşa ettiği yumuşak gücünü zayıflatacağı gibi yönetim ile halk arasındaki uçurumu da derinleştirecektir. Mısır ve Pakistan ile ilişkilerinin zayıflamasına ilaveten Krallığın Filistin davasına “ihanet” olarak yorumlanabilecek bir politikaya yönelmesi bölge genelinde ve tüm İslam dünyasında Suudilere yönelik ideolojik meydan okumaları cesaretlendirebilir. Çünkü hem Mısır hem de Pakistan, son yüzyılda tüm İslam dünyasını etkileyebilecek düzeyde genişleyen ulus aşırı ideolojilerin entelektüel üretim merkezi olmuşlardır.

Kral Selman’ın tahta çıkmasıyla başlayan 2015 sonrası dönemde atılan adımlar Suudi Arabistan’ın geleneksel dış ve güvenlik politikasından uzaklaşmasıyla sonuçlanmıştı. Ancak Krallığın son aylarda başlattığı diplomatik girişimler Riyad’ın dış ve güvenlik politikasında tutarlılığın sorgulanmasına yol açtı. Hindistan ve ABD ile yakınlaşırken Çin den uzaklaşan, Mısır ve Pakistan ile ilişkilerine zarar verecek girişimlere imza atan, uzun yıllardır istikrarlı bir biçimde takip ettiği “Arap ve İslam davalarına bağlılık” politikasından tavizler içeren girişimlere yönelen Riyad, tüm bu adımlarla dış ve güvenlik politikasındaki tutarlılığı kaybetmekle karşı karşıya kalmaktadır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu