Türkiye’de demokratikleşme ve anayasa tartışmaları belli bir süredir liberalizm çerçevesinde yapılageldi. Bu tartışmalarda bireyin siyasi ve kültürel özgürlüğü ve haklarının hükümete (siyasi iktidar) ve devlete (sivil ve askeri bürokrasi) karşı korunması ön plana çıktı. Liberalizmin anayasa tartışmalarına hâkim olmasının sebebi organize bir siyasi güç olarak orta sınıfın küreselleşmenin (1990-2020) de etkisiyle Türkiye’de ön plana çıkmış olmasıdır. Organize bir siyasi iktidar odağı olarak orta sınıf, sermaye sahipleri ve kültürel alanı kontrol eden entelektüellerden oluşmaktadır. İş adamı, beyaz yakalı profesyonel ve entelektüel figürü orta sınıfı temsil eder. Bu figürler sahip oldukları yüksek maddi ve kültürel sermayeleriyle toplumsal alanda tek başına var olma kudretine sahip oldukları için siyasi ve toplumsal alanı olabildiğince kolektif çıkarlara ve dayanışmaya vurgu yapan siyasi güçlerin kontrolünden arındırmaya çalışır. Kendi iktidarları önündeki kısıtlamaları ortadan kaldırmak ya da olabildiğince azaltmak isterler. Sınıfsal çıkarları bu şekilde hareket etmelerini gerektirir. Bunu yaparken halkı çoğulculuk, devleti ise otoriterlik ve verimsiz olma eleştirisiyle geriye iterler. “Serbest” rekabet ortamı yaratarak maddi ve manevi (değerler) kazanımlarını korumak ve genişletmek için uğraşırlar. Böylece, ülkenin daha özgürlükçü ve demokratik olacağını, toplumun tüm kesimlerinin de bu süreçten fayda göreceğini ileri sürerler.
Türkiye’de son yıllarda orta sınıfın etkisi peyderpey kırıldı. Bunda uluslararası alanda küreselleşme dalgasının inişe geçmiş olması etkili oldu. Sınırları kaldırarak dünyayı tek bir toplumsal mekâna dönüştürmeye girişen küreselleşmenin vaadi herkesi, tüm sınıfları zengin etmek ve özgürleştirmekti. Ancak neticede (ve doğal olarak) sadece sermayeyi ve bilgiyi kontrol eden tepedekiler ve buraya eklemlenmiş üst-orta sınıflar bu vaatlere ulaşabildi. İnsanlığın sadece çok az bir kısmı hareketin mekâna tahakküm kurduğu bu dönemde ayrıcalıklı küresel bir varoluşu ve hayatı tecrübe etme fırsatı yakalayabildi. İnsanlığın çok büyük bir kısmı zenginliğin yerelden küresele doğru çekildiğini ve neticede maddi imkânlarının azaldığını gördü. Maddi fırsatlar ve hareket serbestisi birçok insan için olabildiğince daraldı. Diğer yandan küreselleşmenin yerleşik kültürleri ve yerel değerleri çözmesi kimlik bunalımına da yol açtı. İnsanlar hayatlarını anlamlandırma ve anlamlı bir aidiyet geliştirme konusunda sıkıntılar yaşamaya başladı. Maddi imkanlarının ve kimliklerinin ellerinden alınması insanlarda büyük bir hayal kırıklığına ve hınca yol açtı. Bu hayal kırıklığı dünyanın her tarafında insanların orta sınıfın vaatlerinin dışında yeni arayışlara meyletmesine sebep oldu. Bu arayışlara cevap vermeye hazır bir siyasi aktör bulamadığında insanlar siyaset-dışı radikal örgütlerin ya da siyasetin çeperlerinde aşırı fikirleri dile getiren marjinal siyasi figürlerin ve partilerin peşine takılmaya başladı.
Türk halkının çok önemli bir kesimi de küreselleşme sürecinin kaybedenlerinden oldu. Küreselleşmenin neden olduğu ekonomik sıkıntılar ve kimlik kaybı sorunları açık bir şekilde yaşanmaya başlandı. Bu durum ülkede liberalizmi ve son zamanlarda onunla özdeşleşen batıcı ideolojiyi zayıflattı. Ulusal alanda ise küreselleşmenin yarattığı hayal kırıklığına paralel olarak Türkiye’de liberalizmi ve orta sınıfı gerileten iki önemli gelişme yaşandı. Bu gelişmelerden ilki, toplumsal çevrenin ya da başka bir ifadeyle halkın yeni bir siyasi aktör olarak siyaset alanına giriş yapmasıydı. Türkiye’de siyaset uzunca bir süre sivil bürokrasi, ordu, sermaye sahipleri ve entelektüellerden müteşekkil orta sınıf arasındaki kapışmalar tarafından belirlendi. 1950’lere kadar genel itibariyle halk bu mücadelelerin dışında bırakıldı. 1950 seçimleriyle birlikte halk siyasete dahil edildi. Bu karar orta sınıf ile bürokrasi arasındaki kapışmada orta sınıfın bürokrasiyle mücadelesinde kendisine müttefik arayışının bir sonucuydu. Halk 2000’li yıllara kadar siyaseti izlemekle yetindi, kendisi bir aktöre dönüşemedi. 2000’li yıllarda AK Parti iktidarıyla halk siyasette bir aktöre dönüşme sürecine girdi. 1960’dan sonra yeniden siyaset sahnesine çıkan ordu ve Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren iktidarı elinde tutan sivil bürokrasiden müteşekkil vesayete karşı halk orta sınıfla birlikte ittifak kurarak çetin bir mücadeleye tutuştu. Ancak 1950’den farklı olarak 2000’li yıllarda ittifakın büyük ortağı halktı. Bu sefer orta sınıf küçük ortak rolünde oldu. Ancak başlarda halkın kendisini ifade edebileceği esaslı ve kullanışlı bir siyasi söylemi yoktu. Bu sebeple her ne kadar orta sınıf küçük ortak olsa da orta sınıfın ideolojisi olan liberalizm bir süre AK Parti’nin başat siyasi söylemi işlevini gördü. Liberalizm, milli irade ve dışlanan toplumsal çevrenin haklarının teslim edilmesi gibi demokratik siyasi söylemlerle harmanlandı. 2010 sonrasında demokratik siyaset liberalizmin önüne geçmeye başladı ve peyderpey onun yerini aldı. Bunda öncelikle AK Parti’nin genel iktidar düzeni içerisinde muhalefet konumundan iktidar konumuna gelmiş olmasının etkisi vardı. Son kertede liberalizm halkın temsilcisi konumundaki hükümeti ve devleti sınırlandıran bir orta sınıf “muhalefeti” ideolojisidir. Bu değişimi sağlayan bir başka neden ise halkın temsilcisi konumundaki AK Parti’nin süreçte öz güven kazanmasıydı. Bir noktadan sonra AK Parti siyasetini içerdeki güç odaklarına ve uluslararası alana karşı meşrulaştırmak zorunda hissetmedi. Liberallere ve liberalizme ihtiyaç duymamaya başladı. Yüzünü tamamıyla halka çevirdi. Meşruiyetin temel kaynağı halk haline geldi. Bu noktadan sonra milli irade kavramını merkeze koyan demokratik siyaset kendi başına ve daha bir gür sesle dile getirilmeye başlandı.
Bu demokratik dönüşüm ülkenin güvenlik sorunlarının ön plana çıktığı bir atmosfere girmesiyle konsolide oldu.
Güvenlik boyutu orta sınıf ve liberalizmin Türkiye’de zayıflamasının ikinci nedenidir. Arap Baharı sürecinin fitilini ateşlediği bölgesel istikrarsızlık ortamını fırsat olarak gören PKK terör örgütü sınırlarda ve ülke içinde saldırılarını artırdı. Yine, aynı karmaşadan beslenen DEAŞ terör örgütü Türkiye’yi hedef aldı. Bu terör saldırıları FETÖ’nün siyasi iktidara yönelik askeri ve sivil darbe girişimleriyle aynı dönemde gerçekleşti. Ortadoğu’daki nüfuzlarını muhafaza etmek isteyen bölge dışı güçler ile bölgede statükoyu savunan devletlerin aparatı konumundaki bu üç terör örgütü ülkeyi istikrarsızlaştırarak zayıflatmanın ve bu zayıflıktan doğacak fırsatları değerlendirmenin peşindeydi. Bu saldırılar ordu ve sivil bürokrasi ile hükümet arasında bir yakınlaşmaya yol açtı. Ortaya halk ile bürokrasiyi bir araya getiren yeni bir siyasi ittifak çıktı. Orta sınıfın çok önemli bir bölümü bu ittifakın dışında kaldı. Siyasetin güvenlik eksenine kaymasının orta sınıfın ve liberalizmin hükmüne son vermesinde şaşılacak bir durum yoktur. Güvenliğin ağır bastığı bir siyasi ortam bürokrasi ve halkın temsilcisi konumundaki hükümeti ön plana çıkarır. Orta sınıf ve liberalizm daha çok güvenlik sorunlarının asgari düzeyde seyrettiği ve ekonominin siyasete galebe çaldığı dönemlerde ağırlığını hissettirir.
Halkın bir siyasi aktör olarak nihayet siyaset sahnesine çıkması ve iktidar mücadelesindeki yerini alması ve güvenlik sorunlarının ağırlığını artırması anayasa tartışmalarının liberalizmin kontrolünden çıkmasına yol açtı. Kamuoyu tartışmalarında halen dile getirilen –çoğu zaman bilinçsizce ve siyasi gerçeklerden kopuk bir şekilde– liberal iddialar günümüzde yeni anayasa yapımına nüfuz etmekten uzaktır. Zamanın ruhu liberalizmin (ve de bürokratizmin) karşısında, demokrasinin ise yanındadır. Halkın aktörleşmesi ve uluslararası güç kaymalarının tetiklediği güvenlik sorunları demokratik siyaseti anayasa tartışmalarında ön plana çıkarmaktadır. Türkiye’de günümüzde demokratik siyasete rengini veren de yerli-milli siyasettir. Halk önemli bir siyasi aktör olmaya devam ettikçe yerli-milli siyaset yeni anayasanın ruhunu, genel çerçevesini oluşturacaktır. Nasıl ki güçlü bir orta sınıf liberal bir anayasa için ülkede uzunca bir süre baskı oluşturduysa, siyasette aktör haline gelmiş güçlü bir halk da demokratik bir anayasa için baskı oluşturacaktır. Yerli-milli siyasetin dışlandığı bir anayasa yapım süreci demokratik meşruiyetten mahrum olacaktır.