2001 yılında ekonomist Jim O’Neil tarafından dönemin hızlı büyüyen ekonomilerini ifade etmek üzere kullanılan BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin ekonomileri) ifadesi 2009’dan bu yana gerçek bir koalisyona dönüşerek dünyanın önde gelen ülke ekonomileri grubu G7’ye bir alternatif olarak hayatına başlamıştır. 2010 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti’nin de birliğe dahil edilmesiyle BRICS olarak anılmaya başlanan koalisyon ekonomik iş birliğinin yanı sıra zaman içerisinde küresel siyasetin de bir alternatifi olarak görülmeye başladı.
Geçtiğimiz günlerde gerçekleştiren BRICS’in 15. Zirvesi ise her yıl düzenlenen toplantılarına kıyasla tüm dünyanın merakla beklediği ve takip ettiği bir toplantı oldu. BRICS’in bu yılki toplantısının dört gözle beklenmesinin iki önemli nedeni vardı. Birincisi, birliğin kendi para birimini oluşturarak ticarette dolar yerine bu ortak para birimini kullanmak konusunda ne karar alacaklarını görmek. İkincisi ise BRICS’in genişlemesi yönündeki talep ve başvurular hususunda koalisyonun nasıl ve ne tür bir karar alacağıydı.
Dolarizasyon olarak ifade edilen ve küresel ticarette para birimi olarak ağırlıkla doların kullanılmasının, bu nedenle de doların rezerv para birimi olarak ülke ekonomilerinde önemli bir yer tutuyor olmasının gelişmekte olan pek çok ülke için ekonomik büyümede kısıtlayıcı bir etki yarattığı dile getirilmekte. Birlik içerisinde uzun yıllardır tartışılan dolar hegemonyası sorunu aşmanın önemli bir aracı olarak görülen ortak para birimi düşüncesi Çin’in önderliği ve Rusya’nın önemli desteği ile BRICS gündeminde yerini almıştı. Uzmanlar bir yandan ortak para birimi oluşturmanın dolar hegemonyasını kırmak konusunda ümit verici bir girişim olabileceğini söylerken diğer yandan işleyişe ilişkin giderilmesi gereken pek çok konu bulunduğunu vurgulamakta. Bahsedilen bu belirsizlikler giderilemezse beklenen etkinin oluşması mümkün olmayabilir. Sonuç itibariyle zirvede henüz ortak para birimi oluşturulması yönünde karar çıkmasa bile ikili ticarette ulusal para birimlerinin kullanılması kararı alınarak dolar hegemonyasının etkisinin azaltılmasının hedeflendiği söylenebilir. Bunun yanı sıra ortak para birimi geliştirilmesi konusunda bir çalışma grubu oluşturulduğu açıklanmıştır.
Koalisyonun genişlemesine ilişkin gündemde ise zirve öncesine kadar resmî olarak 23, gayri resmî olarak ise yaklaşık 40 ülkenin BRICS’e üyelik talebi bulunmaktaydı. Gelişmenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, gerçekleşecekse de üyelik kriterlerinin ne(ler) olacağına ya da nasıl olması gerektiğine dair çeşitli tartışmalar mevcuttu.[3] Üyeler arasında gerçekleştirilen kapalı toplantı sonrasında Arjantin, BAE, Etiyopya, İran, Mısır ve Suudi Arabistan’ın üyeliğe davet edilmesi yönünde karar açıklandı. Üyeliğe davet edilen ülkelerin mevcut üyelerle yakın ilişkide olmaları (Arjantin, Etiyopya, İran gibi) ya da büyüyen ekonomilerin ayrılmaz girdisi olan enerjinin baş tedarikçileri olmaları (Suudi Arabistan, BAE gibi) dikkati çekmektedir. Ancak mevcut ve yeni üyeler arasında özellikle askeri ve siyasi alandaki farklılaşma ve hatta çıkar çatışmaları BRICS’in geleceği hakkında ciddi şüpheleri de beraberinde getirmekte. En belirgin örnek olarak Çin ve Hindistan arasındaki ilişki dikkati çekmekte. Zira bugün ABD’nin Çin’i sınırlandırma politikası çerçevesinde Hindistan askeri ve politik olarak ABD’nin Asya-Pasifik’te iş birliği içinde olduğu başlıca ülkeler arasında yer almakta. Halihazırda Çin-Hindistan arasında süre gelen sınır anlaşmazlıklarının da varlığı bir diğer meseleyken birliğe üyelikleri kabul edilen ve yakın geçmişe kadar ABD ile sıkı ilişkileri bulunan Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın yeni bir anlaşmazlık alanı açtığı söylenebilir. Ayrıca yeni üyeler arasında yakın zamanda tatlıya bağlanan (İran-Suudi Arabistan) ve devam eden (Etiyopya-Mısır) anlaşmazlıkların gelecekte ortak karar almakta zorlayıcı unsurlar olması da muhtemeldir.
Peki tüm çıkar çatışmalarına rağmen bu ülkeler nasıl bir araya gelebildiler? Bu sorunun cevabı stratejik riskten kaçınma (strategic hedging) kavramıyla açıklanabilir. ABD’nin hâlâ açık ara uluslararası sistemin en güçlü devleti olmasının yanında Obama döneminden bu yana tercih ettiği dış politika stratejisi bir yandan ikinci kademe olarak nitelenen (second-tier state) devletleri anarşik bir yapıda karşı karşıya getirirken diğer yandan özellikle ekonomik düzlemde daha fazla iş birliği olanağı sunmaktadır. ABD ile yakın ilişkileri bulunan Suudi Arabistan, BAE, gibi devletler değişen dış politika tercihi nedeniyle ABD desteğinden yoksun kalırken birbirleriyle ya da BRICS gibi koalisyonlarla ilişkilerini düzeltip geliştirerek mevcut güçlerini ve manevra kabiliyetlerini artırma çabasına girmektedirler. Hindistan örneğinde ise bir yandan ABD ile askeri iş birliğini geliştirirken diğer yandan Çin ile ekonomik ilişkileri artırarak mutlak gücünü artırmayı istemektedir. Batı ittifakının başlıca rakipleri olarak görülen Çin ve Rusya açısından ise meselenin ABD liderliğindeki ittifakın uluslararası sistemdeki kısıtlayıcı politikalarını aşmanın bir aracı olarak yeni bağlantılar yoluyla ekonomilerindeki gelişmeyi sürdürmek olduğu söylenebilir. Dikkat edilmesi gereken nokta ise tarafların tüm bu adımları sistemin lideri ABD’yi doğrudan karşılarına almaksızın yapmaya gayret ediyor oluşlarıdır. Yakın gelecekte ABD’nin dış politikasındaki stratejide bir değişiklik yaşanmayacağı öngörülürse, bugün bir yanılsama sonucu uluslararası sistemin çok-kutupluluğu olarak ifade edilen ancak ABD’nin sistemdeki ‘tercihli yokluğu’ sonucu bölgesel güçlerin geleneksel olmayan iş birlikleri ve ilişkiler kurmaları durumu varlığını sürdürmeye devam edecektir. Ancak süper gücün sistemde daha etkin bir rol almaya başladığı andan itibaren bugünlerde geliştirilen bu gibi koalisyon ve iş birliklerinin geleceğinin ciddi anlamda krize gireceğine kesin gözüyle bakılmalıdır.
[Merve Dilek Dağdelen, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]