Türkiye siyasi hayatının son on yılına yerli-milli siyaset damgasını vurdu. Yerli-milli siyasete yönelik tartışmalar daha çok bu düşünceye muhalif olan liberal-sol yazarlar tarafından yapıldı. Bu yazarlar yerli-milli siyaseti içine kapanan-reaksiyoner bir milliyetçilik ya da taşralı muhafazakâr popülizmi olarak çerçevelemeye çalıştılar. Ancak ne yazık ki bu çabada yerli-milli siyasetin ne olduğunu anlamaktan ziyade bu siyasetin taşıyıcı aktörüne duyulan sınıfsal-ideolojik hınç ve üstenci bakış hakimdi. Bu hıncı körükleyen ise “haddi olmadığı halde” iktidarı elinde tutan yerli-milli siyasi aktör karşısında siyaseten aciz durumda kalmaktı. Bu cenaha müntesip bir yazarın da belirttiği gibi muhalif kesime hâkim olan halet-i ruhiye nihilizm ve çaresizlikti. Oysa anlamaya çalışan bir zihinden kendi ideolojik dünyasının dışına çıkarak bu siyasetin hangi siyasi-toplumsal ihtiyaca cevap verdiğini görmeye çalışması ve devamında da bu siyasetin doğru cevap olup olmadığını tartışması beklenirdi.
Uluslararası Bağlam
Peki yerli-milli siyaseti nasıl anlamalıyız? Bunun iki boyutu var. Öncelikle, uluslararası siyaset açısından yerli-milli siyaset Türkiye’nin ABD sonrası uluslararası düzene adaptasyonunu sağlamaya çalışan yeni bir dış politika vizyonu sunmaktadır. Türkiye devletinin uluslararası siyasette çıkarları ve hangi politikaları takip edeceği Soğuk Savaş’ın başından itibaren ABD’nin çizdiği sınırlar dahilinde belirlendi. Bunun temel gerekçesi ABD’nin Türkiye devletini Sovyet Rusya yayılmacılığı tehdidine karşı koruma taahhüdünde bulunması ve bunu yapacak tek güç olmasıydı. Güvenlik garantisine karşılık olarak Türkiye devleti kendisine çizilen bu sınırları ister istemez kabul etti. Zaman zaman bu sınırları aşma eğilimi de gösterdi. Kıbrıs meselesi bunun tipik örneğidir. Ancak bu sınır aşma eğilimi uluslararası siyasette ABD’den bağımsız ve sistematik bir güvenlik politikası geliştirme girişimine dönüşmedi. Bunda ABD’nin devasa gücünün caydırıcı etkisi kadar yönetici elitin kolaycılığa kaçma ve siyasi irade eksikliğinin de payı vardı.
Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD Türkiye devleti için “güvenlik sağlayan” bir güçten “tehdit eden” bir güce dönüştü. ABD’nin bu dönemde takip etmeye başladığı liberal hegemonya siyaseti Türkiye’nin milli güvenliğini ciddi şekilde tehdit etmeye başladı. ABD, liberal hegemonya siyaseti kapsamında tüm dünyaya kendi kapitalist-liberal siyasi rejimini askeri ve diplomatik baskı araçlarını da kullanarak yaymaya çalıştı. Türkiye’nin yönetici eliti ABD’nin hem iç siyasete yönelik liberal-demokratik nizam verme girişimlerinden rahatsız oldu hem de ülkenin çevresinde rejim değişikliği gerekçesiyle gerçekleştirilen işgallerin yarattığı istikrarsızlıktan zarar gördü. Türkiye kendisine güvenlik tehdit oluşturan ABD’den bağımsız bir şekilde güvenliğini sağlamanın yollarını aramaya başladı. Bu dönemde çeşitli bölgeselleşme ve ittifak fikirleri gündeme geldi. Türk Dünyası ve İslam devletleriyle birlik kurmak ve Balkanlara açılmak gibi. Türkiye’nin bu dönemde AB üyeliğine asılması da bu arayıştan bağımsız değildi. Bu arayışlar hem içerdeki iktidar dengeleri hem de uluslararası alanda ABD’nin rakipsiz olması nedeniyle pratiğe dökülemedi.
2010’lu yıllarda ABD’nin tek-taraflı ve agresif politikalarını hız kesmeden devam ettirmesi Türkiye’ye karşı oluşturduğu güvenlik sorunlarını zirveye taşıdı. PKK terör örgütünün devletleşme girişimine açık destek verdi. FETÖ aracılığıyla iç siyaseti alenen şekillendirmeye girişti. Bu sürece ABD gücünün uluslararası alanda görece gerilemesi eşlik etti. Gerileyen bir gücün sunacağı askeri güvenliğin kırılganlaşacağını düşünecek olursak, milli güvenliği büyük oranda ABD’ye bağlı olan Türkiye açısından bu da ayrı bir güvenlik sorunu teşkil ediyordu. Türkiye’nin milli güvenliğini sağlamak için ABD-sonrası bir dış politika vizyonuna ve stratejisine ihtiyacı vardı. Yerli-milli siyaset kapsamında gündeme gelen “stratejik otonomi” politikası bu ihtiyacı karşılamak için ihdas edildi. Bu kapsamda Türkiye hem savunma sanayiindeki atılımlarla kendi silahını üreterek ve askeri kapasitesini artırarak hem de bölgesinde ve bölgesinin dışında güçlü ittifak ilişkileri kurarak ABD’ye olan bağımlılığını azaltmaya girişti. Yerli-milli siyaset uluslararası alanda ABD hegemonyasının yarattığı tahribatlarla ve bu hegemonyanın zayıflamasının ürettiği güvenlik sorunlarıyla başa çıkmak için Türkiye devleti tarafından ortaya konulan yeni bir siyasi vizyondur. ABD eksenli bir dış politikanın yerine kendisini eksen alan bir dış politikanın inşa edilmesidir. Bu siyasetin temelinde de milli güvenliğin ülkenin kendi kaynaklarıyla ve iradesiyle sağlanması bulunmaktadır.
Ulusal Bağlam
Yerli-milli siyaset iç siyaset açısından ise Osmanlı’nın son döneminden itibaren hâkim olan Batıcı ideolojinin krizine karşı üretilen bir siyasettir. Türkiye’de devlet-merkezli batıcı bir ideoloji uzunca bir süre siyasi düzenin zeminini teşkil etti. Batıcı ideoloji siyasi otoritenin kaynağı durumundaydı. Bu kapsamda “ülke her açıdan Batılı devletlere benzerse iyi bir yönetim ortaya çıkar” düşüncesi hâkim oldu. Bu hızlı modernleşme çabasının çok temel bir çelişkisi vardı. Öncelikle tamamıyla Batı’yı taklit edersek iktidarın halkla paylaşılması gerekiyordu. Batı’da hâkim olan demokrasi rejimi bunu gerektiriyordu. Bu şart hiçbir zaman tam anlamıyla sağlanmadı. Tek-parti döneminde (1923-50) halk tamamıyla siyasi süreçlerin dışında tutuldu. Halkın henüz siyaset için reşit olmadığı ve eğitilmeye ihtiyacı olduğu dışlanmaya gerekçe gösterildi. 1950 yılında çok-partili hayata geçilmesinin ardından da halkın siyasetteki rolü dolaylı yollarla sistematik bir şekilde sınırlandırıldı. Bu dönemde dışlama halkın siyasetçiler tarafından kolayca aldatıldığı ve tehlikeli ideolojilere eğilim gösterdiği üzerinden sağlandı. Bu uygulamaların ülkede siyasi düzenin sağlanması açısından ne denli haklı olup olmadığı bir kenara, bu durum Batı’ya benzemeyi kendisine hedef koyan bir yönetici elit açısından büyük bir çelişki teşkil ediyordu.
Nitekim 1990’lara gelindiğinde toplumsal çevrenin merkeze yönelik artan tazyikine verilen otoriter tepki ve Batı dünyasının dozajı yükselen eleştirileriyle bu çelişkili durumun daha fazla sürdürülemeyeceği anlaşıldı. Siyasi düzen meşruiyet krizine girdi. Bu krizi aşmak için toplum-merkezli bir batılılaşma modeli teklif edildi. Buna göre, modernleşmenin taşıyıcısı artık bürokrasi değil burjuva ya da büyük sermaye sınıfı olmalıydı. Devlet eliyle laik-milliyetçi bir siyasi topluluk yaratmak batılılaşmaya tersti. Batılı bir siyasi düzen büyük sermayenin liderliğinde toplumun bireyselleşmeyle, yani toplumdaki kolektif kimliklerin çözülmesiyle mümkündü. Devlet eliyle bu Batı-dışı kolektif kimlikler çözülemiyordu. Hatta tepkisel olarak daha da güçleniyordu. Lakin bireyselleşmenin otomatik olarak batılı kolektif bir kimlik etrafında özgürlükçü bir siyasi topluluk üreteceği düşüncesi kendi içerisinde çelişkiliydi. Bireyselleşme diğer kolektif kimlikler gibi batılı kolektif kimliği de dışlıyordu. Keza medya eliyle yürütülen 1990’ların bireyselleşme hamlesi, rasyonel ve sorumluluk sahibi olmak gibi politik erdemlerle donatılmış bireylerden oluşan bir siyasi topluluk üretmek yerine ortaya lümpenleşmiş bireylerden müteşekkil bir kalabalık çıkardı. Ayrıca, siyasetin kolektif kimlikler olmadan sürdürülemeyeceği düşüncesi fazlaca yabana atıldı. Resmî ideoloji konumundaki laik-milliyetçi kolektif kimliğin ve bu kimliğe yaslanan siyasetin krize girmesi ve etkisini kaybetmesi Türkiye’nin bireyselleşmiş post-politik bir siyasi düzene ulaşmasına yol açmadı. Siyaset doğal olarak yeni kolektif kimlikler tarafından belirlenmeye başladı. Yerli-milli siyaset bu ortamda ülkenin yeni normali ya da merkez ideolojisi olarak ortaya çıktı. 100 yılı aşkın bir süredir tartışılan “halkın siyasete dahil edilmesi durumunda siyasi düzenin nasıl sağlanacağı” sorusuna nihayet cevap bulunmuş oldu. Yerli-milli siyaset siyasi düzeni sarsmadan halkı siyasete entegre ederek modernleşme sürecinde toplum ile devlet arasında ortaya çıkan kopukluğu büyük oranda gidermiş oldu. Millet iradesi siyasette gerçek anlamda otorite haline geldi.
Ayrıca, Batı’ya benzemek güçlü ve bağımsız bir devlete sahip olmayı da gerektiriyordu. Batılı toplumların en temel özelliği kalkınmış ve dışarısının müdahalesine kapalı olmalarıydı. Türkiye’de batıcı ideolojiyi sahiplenen yönetici elit ortaya batılı devletlere benzeyen güçlü ve bağımsız bir Türkiye çıkaramadı. Türkiye’de batıcılığının otoritesini kaybetmesinin önemli sebeplerinden bir tanesi de geri kalmışlık sorununa çözüm bulamamaktı. Yerli-milli siyasetin temel iddialarından birisi de bağımsız ve güçlü bir Türkiye üretmektir.
Özetle, yerli-milli siyaset Türkiye’nin kendi güvenliğini üretmek vizyonuyla ABD-sonrası uluslararası düzene adaptasyon sürecini yöneten siyasetin adıdır. Aynı zamanda, yerli-milli siyaset çok uzun yıllardır ülke gündemini belirleyen batıcı siyasetin çözüm üretemediği demokrasi eksikliği ve ekonomik kalkınma sorunlarının çözümüne odaklanan siyasettir.
Sonuç olarak, yerli-milli siyasetin ne olduğunu anlamak için hangi şartlarda ve hangi ihtiyaca cevap vermek için ortaya çıktığına bakmak gerekir. Bu siyasetin içeriğine yönelik tartışmalar da bu boyut hesaba katılarak yapılmalıdır. Yerli-milli siyasetin doğru cevap olup olmadığı tartışması öncelikle ilk şartın yerine getirilmesiyle, yani hangi krize ve ihtiyaca karşılık ortaya konduğunun tespit edilmesiyle mümkündür. Yerli ve milli siyaset tarihi bağlamından koparılarak tartışıldığında ideolojik saplantıların hâkim olduğu bir anlayamama durumu ortaya çıkmaktadır.