2021 Kasım ayında hazırlıklarının başladığı duyurulan Alman ulusal güvenlik stratejisi (AUGS) bir yıldan fazla süren yazım sürecinin sonunda geçtiğimiz Haziran ayında yayınlandı. Sosyal Demokrat Olaf Scholz’un Yeşiller ve Liberallerle kurduğu üçlü koalisyon hükümetinin uzun süren pazarlıklar sonunda ortaya koyduğu 74 sayfalık metin Almanya’nın ilk ulusal güvenlik strateji belgesi olma özelliğini taşıyor. Aslında Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte periyodik olmamakla beraber yayınlanan bazı savunma ve güvenlik politikası raporları mevcut. Mesela White Paper on German Security Policy and the Future of the Bundeswehr adlı iki rapor sırasıyla 2006 ve 2016’da yayınlanmıştı. Bu sefer ise Scholz Hükümeti rapordan ziyade bütünüyle bir ulusal güvenlik stratejisi ortaya koymayı amaçlarken Integrated Security for Germany olarak belirledikleri başlığa Güçlü, Esnek ve Sürdürülebilir mottolarını ekleyerek stratejinin amaçlarını henüz ilk sayfada vurguluyor.
Geleneksel anlayışla bir stratejinin amaç, araç ve yöntemleri ile ele alınması her ne kadar tartışmalı bir konu olsa da bu tarz metinleri incelemek için faydalı bir çerçeve oluşturduğu açık. Bu doğrultuda AUGS özelinde amaçlar ve araçlar hakkında bir şeyler söylemek mümkün olsa da yöntem konusunda planların nasıl işleyeceği muğlak bırakılmış. Tabi ki bu tarz metinlerde bir dizi iç siyasi ve bürokratik süreçlerden kaynaklı olarak ortaya çıkan muğlaklık olağan bir durumdur. Almanya’nın bir koalisyonlar ülkesi olduğu düşünülürse, medyaya yansıdığı kadarıyla bile Başbakan Olaf Scholz ve şahin tavrıyla bilinen Dış İşleri Bakanı Annalena Baerbock’un ve temsil ettikleri partilerin temel fikir ayrılıkları bu durumu olağan hale getiriyor.
AUGS Alman dış politikasıyla alakalı gerek akademik gerekse resmi her kaynakta olduğu gibi geçmişe yönelik bir günah çıkarma ile başlıyor. Klasikleşmiş şekilde tarihin karanlık tecrübelerinden ders almış, batı değerlerine bağlılığını tekrarlayan ve İsrail’in meşruiyetini vurgulayan barışçıl bir Alman kimliği ön plana çıkarılıyor. Her ne kadar “Never Again” mottosu alışılmış bir şey olsa da bu metinde farklı olarak aynı paragrafta Avrupa’nın en güçlü ekonomisi ve en kalabalık nüfusu olduklarının vurgusu da mevcut. Dolayısıyla 2016 yılında yayınlanan rapor için yapılan Almanya’nın kuvvete dayalı politikaya dönüşü şeklinde yorumlar bu belgenin henüz başında da kendisini ele veriyor.
Değişen Tehdit Algısı
2016 yılındaki raporda uluslararası sistemin çok kutupluluğa doğru evrildiği ve sistemik düzeyde potansiyel rakiplerin sayısının arttığı vurgulanıyordu. 2023’te ise açık şekilde çok kutuplu bir sistemin varlığı deklare ediliyor. Bu noktada Rusya, batı değerleri etrafında kurulmuş Avrupa-ABD merkezli sisteme en büyük tehdit olarak tanımlanmış. Almanya’nın “ostpolitik” denilen Rusya’yı sistem içinde hem bir rakip hem de entegre edilebilecek potansiyel bir ortak olarak görme eğilimi Kırım’ın ilhakına rağmen 2016 yılındaki raporda yer bulurken, şimdi ise Almanların Rusya konusundaki tehdit algısının radikal biçimde değiştiği anlaşılıyor. Benzer şekilde Çin ise 2016 yılında çok kutupluluğa giden uluslararası sistemin kilit aktörlerinden biri olarak tanımlanırken, AUGS’de bir rakip, bir ortak ve sistemik düzeyde bir hasım olarak görülüyor. Kelimelerin dikkatlice seçildiği varsayımıyla, Çin için henüz bir düşman tanımlaması mevcut değil. Rusya politikasında olduğu gibi, Almanya Çin konusunda yaklaşımını tedricen sertleştiriyor denilebilir. 2022 yılında büyük oranda Almanya’nın liderliğinde ortaya çıkmış olan Avrupa Birliği’nin Stratejik Pusula adını verdiği yol haritası da Çin için birebir aynı tanımlamayı yapmıştı.
Belge Rusya’nın revizyonist amaçlarla uluslararası hukuk temelli batı sisteminin altını oyduğu, demokrasi ve insan haklarını görmezden gelerek hibrit yöntemler ile diğer ülkelerin bağımsızlıklarına doğrudan ve dolaylı olarak müdahalede bulunduğu gerekçeleriyle tehdidi akut bir hale getirdiği vurguluyor. Ancak çözüm olarak Almanya’nın bu sorunla ancak uluslararası işbirliği yoluyla baş edebileceğinin sinyalleri sıklıkla veriliyor. Farklılık ise AB strateji belgelerinde de alışık olunan işbirliği vurgusu bu sefer sadece retorik değil. 2016 yılındaki raporla beraber okunduğunda aslında Almanya kendi imkan ve kabiliyetlerinin askeri olarak ABD ve NATO’ya bağımlı olduğunu ve ekonomik olarak da stabilitenin ancak uygun şartların korunması halinde mümkün olabileceği doğrudan ifade etmekte. Örneğin hem 2016’da hem 2023’te NATO’nun caydırıcılık açısından Alman güvenliğinin temel taşı olduğu söylenirken, Asya-pasifikteki yükselen güçler sebebiyle Alman ekonomisinin dünyadaki yerini koruyamayacağı da açıkça ifade ediliyor. Özellikle ham maddeye ulaşmak, kritik ticaret rotalarının güvenliği ve enerji bağımlılığı gibi meselelerde Alman ekonomisinin ne kadar kırılgan olabileceği batı ittifakının diğer üyelerine 2016 yılındaki raporda bir uyarı niteliğinde verilmişti. Özetle AUGS 2016 yılında potansiyel birer sorun olarak resmedilen sistemik dönüşüm, yükselen güçler ve ekonomi meselelerinin artık somut birer tehdit haline geldiğini belgenin her aşamasında vurguluyor. Bütün bu geleneksel güvenlik sorunlarının yanında belge ayrıca siber güvenlik, iklim değişikliği ve göç gibi meseleleri de birer tehdit olarak yer veriyor.
Yeni Düzende Almanya’nın Pozisyonu
AUGS Almanya’nın dış ve güvenlik politikasının değer merkezli ancak çıkar odaklı olduğunu vurguluyor. 2006 yılında değerlerin ön planda olduğu bir söylem hakimken, 2016’da çıkarlar rehberliğinde batı değerlerinin savunulması motivasyonuna vurgu vardı. Şimdi ise ulusal çıkarların ön plana çıktığı bir anlayış görülüyor. Kendisini yeniden tanımladığı bu belge ile Almanya, tespit ettiği sorunlarla mücadele edebilmek amacıyla bir çeşit yol haritası ortaya koyuyor. Aslında bu yol haritası bir stratejinin araçları ve yöntemleri olarak anlaşılsa da Almanya için esas hedef olarak nitelendirmek mümkün.
Belgede sıkça bahsi geçen Avrupa güvenliğinin temel taşı olarak NATO’nun 5. Madde sayesinde geliştirdiği caydırıcılık Almanya için temel güvence olarak öne çıkıyor. Bir taahhüt olarak ABD’de Soğuk Savaş’tan bu yana Avrupalı müttefikler için sıkça dile getirilen sorumluluk yüklenme meselesinde Almanya savunma harcamalarında yüzde iki barajını aşma kararlılığını ilk kez ortaya koyuyor. Önceki raporlarda bunun haklı bir talep olduğu ancak şartlar el verirse Almanya’nın bu hedefe ulaşabileceği söylenirken, bu sefer hiçbir ön koşul olmadan bunun gerekli olduğu ifade ediliyor. Hali hazırda Scholz hükümeti savunma harcamalarında 100 milyar avroluk özel bir fon oluşturacağını açıkladığı için kısa vadede bu hedefe ulaşılabileceği öngörülüyor. Ancak belgenin uzun vadede bunun ne kadar sürdürülebilir olduğu konusunda ortaya koyduğu bir şey yok. Ayrıca koalisyonların uzun vadede bu denli büyük bir savunma yatırımına bütçe ayırıp ayırmayacağı tartışma konusu. Bu sebeple batı kamuoyunda yüzde iki meselesi ucu açık bırakıldığı için Scholz Hükümetine yönelik eleştiriler de mevcut. Yine de Almanya tanımladığı sorunlarla mücadele için kendisine tanımlanan sivil veya normatif bir aktör rolünden çıkıp askeri önlemler de alabilecek imkan ve kabiliyetlere sahip bir aktör olma kararlılığını ortaya koyuyor.
Alman dış ve güvenlik politikasının Soğuk Savaş’tan bu yana bir diğer dayanak noktası da Birleşmiş Milletler olduğu söylenebilir. Önceki raporlarda belirtildiği gibi fiiliyatta da Almanya BM çatısı altında meşruluğu tanınmayan neredeyse hiçbir askeri veya sivil uluslararası operasyona dahil olmamıştır. Örneğin Irak Savaşı konusunda ABD’ye destek vermezken, Libya’da NATO operasyonuna bile çekimser kalmıştı. Yine Suriye’de Doğu Guta’da kimyasal silah kullanımı sonrasında bile güç kullanımına yönelik şüphelerini yüksek sesle dile getirmişti. 2014’te Kırım’ın ilhakı bu açıdan bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Öyle ki Gürcistan’dan Suriye’ye kadar patlak veren bölgesel krizlerde Obama döneminden bu yana devam eden muğlaklık ilk kez Ukrayna’da doğrudan Almanya’yı tehdit altında bırakmıştı. Başta enerji olmak üzere ekonomik olarak karşılıklı bağımlılığının üst düzeyde olduğu Rusya ile bire bir mücadele etmek zorunda kaldıktan sonra, Almanya alışılanın aksine Irak’a ve Suriye’ye DEAŞ karşıtı operasyonlarla müdahil olmuştu. 2016 yılındaki raporda artık küresel ve bölgesel krizlerin çözümünde ad-hoc yöntemlerin önemli bir yer tuttuğu yani geleneksel olarak BM üzerinden meseleleri ele almaya yönelik yaklaşımın artık yetersiz kaldığı vurgusu var. Hatta Almanya’nın artık bu koalisyonlarında aktif bir parçası olacağı yani gerektiğinde kendi işini kendisi görebilir algısı yaratılıyor. Buna yönelik Almanya 2016’da BMGK’nın yapısının uluslararası sistemin dönüşümüyle paralel ve uyumlu olarak revize edilmesini ve kendisinin de bu daimi bir üye olmaya hazır olduğunu söylerken, bugüne gelindiğinde BM’de reformun ve BMGK yapısında değişikliğin uluslararası krizlerde çözümün bu kurum dahilinde olabilmesi için ön şart olduğu vurgulanıyor.
Belgede sıkça yer verilen bir diğer husus ise Avrupa Birliği ve ortak güvenlik ve savunma politikası. Brexit’le birlikte İngiltere’nin birlikten ayrılmasıyla AB güvenlik mekanizması Fransa ve Almanya’nın lokomotifliğini üstlendiği yeni bir sürece girmişti. Esasında 90’ların sonunda bir İngiliz-Fransız inisiyatifi olarak transatlantik ilişkileri zarar vermek pahasına girişilen ortak ve otonom bir AB kriz yönetim mekanizması projesi Balkanlar’da yaşanan felaketlerde ABD’ye olan muhtaçlığı azaltabilme hedefi çerçevesinde ortaya atılmıştı. 2008’e kadar da bölgesel olarak AB’yi doğrudan tehdit eden bugünün sorunları gibi krizlerin olmaması sebebiyle Almanya’nın da bir parçası olduğu eşgüdümlü onlarca sivil ve askeri operasyon icra edilmişti. Ancak Arap Baharı ile AB komşuluk politikası dahilindeki bölgelerde yaşanan gelişmeler ABD’ye olan bağımlılığın halen devam ettiğini ortaya çıkardı. İngiltere’nin de kopuş sürecinin başlamasıyla Almanya AB ekonomisinin olduğu kadar güvenliği için de rol alması gerektiği gerçeğini kucağında buldu. Brexit’in AB güvenliğine doğrudan etkisi olduğu gibi bir çeşit çığ etkisi yaratarak 70 yıllık yatırımın getirdiği ekonomik avantajlarını da riske atacağı endişesiyle Almanya AB güvenlik stratejisinin ana belirleyicisi halini almıştı.
Bu doğrultuda OGSP’de artan Alman etkisi 2016’da yayınlanan AB strateji belgesinde kendisi belli etti. Öncekilerden farklı olarak üye ülkelerin yıllardır uzlaşamadığı ortak komuta merkezi oluşturmak veya karar mekanizmasında nitelikli çoğunluk esasına geçmek gibi meselelerden ziyade tamamen kapasite arttırımını hedefleyen savunma projelerini destekleyen mekanizmaların oluşturulacağı yeni bir evreye geçileceği vadediliyordu. Aynı yıl Almanya’nın kendi yayınladığı raporda da benzer tehdit algılamaları ve benzer çözüm önerileri AB ile eş güdümlü olarak ortaya koyuluyordu. Almanya’nın yazım sürecinde liderlik ettiği 2022 yılında yayınlanan AB Stratejik Pusulası adlı strateji belgesinde 2016 ile paralel savunma sanayisi projelerinin öne çıktığı hedefler ve mekanizmalar anlatılırken, henüz bir yıl geçmeden yayınlanan bugünkü AUGS’da somut farklılıklar mevcut.
2016’dan itibaren üye ülkeleri ürkütmeyecek aksine AB güvenliği için teşvik edecek ve dolayısıyla entegrasyonu tetikleyecek daha tabandan başlayan bir süreç planlanmıştı. 2022 de bunun devamı niteliğindeydi ancak Ukrayna’da devam eden savaş Almanya’nın OGSP’ye yönelik kendi kurguladığı planı değiştirdiği anlaşılıyor. AUGS açık şekilde AB dış ve güvenlik politikası karar alma süreçlerinde nitelikli çoğunluk esasına geçişi talep ediyor. Bu da yıllardır halı altına süpürülmeye çalışılan egemenlik sorunsalını yeniden gündeme getirmek anlamını taşıyor. Elbette 2003’teki ilk AB strateji belgesinden bu yana Almanya’nın bu konuda oy birliği prensibinden yana olmadığı biliniyordu, dolayısıyla bu fikir bir sürpriz değil ancak bunun strateji belgesinde tanımlanan sorunların çözümünde bir koşul olarak ortaya koyulması önemli bir gelişme. Öte yandan Avrupa içinde Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomik olarak diğer üyelere yük teşkil ettiği tartışmaları AB gündeminde özellikle Brexit sürecinde geniş yer bulmuştu. AUGS bu konuda genişlemeden yana pozisyon alarak Rusya’yı provoke etmek pahasına Ukrayna, GÜrcistan ve Moldova gibi ülkelerin bir an önce AB’ye dahil edilerek 30 ve üzeri üyeli olabilecek en geniş katılımlı bir birlik olma hedefini öne çıkarıyor.
Bir Strateji Belgesi mi Yoksa Uyarı Metni mi?
AUGS’un önceki raporlarla karşılaştırmalı olarak içerik analizi yapıldığında Almanya’nın yeni bir sistem tanımladığı, buna yönelik tehdit algılamasının nasıl olduğu ve mücadele için gerekli gördüğü faktörler Almanya için yeni bir dönemin başlayabileceği fikrini destekler gibi görünse de aslında bu bakış yanıltıcı olabilir. Çünkü bir strateji belgesi olarak uluslararası sistemin durum tespiti detaylı şekilde yapılmış ve buna yönelik silahlanma dahil olmak üzere batı ittifakının bütün paydaşlarıyla ortak şekilde bu yeni düzenin yeni tehditleriyle mücadele etmesi gerekliliği vurgulanmış ve Almanya’nın da üstüne düşeni bu zaman kadar nasıl yaptığı ve nasıl yapacağı vurgulanmış olsa da kollektif şekilde başta ABD olmak üzere bütün bir ittifakın gerek NATO gerekse AB çatısı altında nasıl eşgüdüm içinde hareket edebileceğine yönelik bir yol ortaya koyulmamış. Yani stratejinin amacı evet yeni sorunlarla mücadele etmek ve üstesinden gelebilmekken, araçlar olarak NATO ve AB öne çıkarılıyor ancak yöntem konusunda belge muğlaklığını koruyor. Dolayısıyla Almanya halen bu sorunlarla tek başına mücadele edebilecek imkan ve kabiliyetlere sahip olmadığının farkında ve özellikle güvenlik konusunda halen tek yolun ABD güvenlik şemsiyesinin altında durmak olduğunu görüyor. Dolayısıyla ortaya otonom hareket edebilecek araçlara ve güce sahip değilseniz ortaya müstakil bir yöntem ve dolayısıyla strateji koymak da mümkün olmuyor.
Bu durum aslında yeni bir sorunsal değil Avrupa’da. AB projesi erken dönem entegrasyon yaklaşımlarında iddia edildiği gibi tabandan genele organik bir süreçle yayılan ve devamında devletlerin egemenlik devrine razı olacakları muazzam iyilikleri peşinden getiren bir barış projesi hiçbir zaman olmadı. Bir illüzyon hali ile İkinci Dünya Savaş’ı sonrası oluşan iki kutuplu sistemde bu devletlerin her biri güvenliğini tamamen ABD’ye bağlamış yani belirli düzeyde egemenlik devrine tamamen asimetrik bir ittifakın parçası olarak en başta başlamışlardı. Bu düzlemde Almanya ise aslında işgal altında ve sadece izin verildiği kadar ve izin verilen doğrultuda kendisine biçilen rolü oynayan yarı egemen bir ülke olarak tanımlanabilir. Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte somut bir düşmanın olmayışı ABD ile bu Avrupalı ülkeler arasında önceden kurulan ve her an gün yüzünde olan hiyerarşinin unutulmasına sebep olsa da AB çatısı altında sistem düzeyinde etkisi olabilecek her adım ABD sopasıyla karşı karşıya kalmıştır. Örneğin OGSP’nin temellerinin atıldığı 2000’lerin başlarında ABD-AB eksenindeki en temel tartışma konusu ABD’den ve dolayısıyla NATO’da bağımsız bir mekanizmaya gerek görülmesinin bir ihanet olup olmadığıydı. Günün sonunda bu mekanizma Berlin-Plus ile NATO ile ilişkilendirilmiş ve hatta ABD’nin ön koşul olarak ortaya koyduğu Türkiye gibi NATO üyesi ancak AB üyesi olmayan ülkelerin dışlanmaması konusunda dahi OGSP revize edilerek ABD’nin istekleri doğrultusunda gelişmiştir. Diğer bir deyişle AB ülkeleri ve bilhassa Almanya için ABD’den bağımsız ve otonom bir güvenlik stratejisi belirlemeyi hem ABD tarafından hem de mevcut imkanlar göz önüne alındığında maliyet üretecek bir adım olarak görmek mümkün. Bu sebeple AUGS, Almanya’nın tanımladığı çok kutupluluk resmi üzerinden değil aslında halen ABD hegemonyasının AB üstünde hem en büyük güvence hem de en büyük zaaf olduğu gerçeğiyle okunmalıdır. Bu doğrultuda bakılacak olursa, bu belge bir stratejiden çok bir uyarı metni olarak görülmelidir. Almanya’nın Obama döneminden itibaren tedricen sertleştirdiği pozisyonu aslında geleceğe yönelik ABD’ye bir mesaj niteliğinde. Yani bu belge “bizi korumamaya devam edersen ben silahlanabiliyorum, sistemde BMGK’yı sorgulayabiliyorum, AB’nin sürekli kaçınılan fay hatlarını tartışmaya açabiliyorum ve hatta sistemik düzeyde rakip olan Çin ile partnerlik geliştirebiliyorum yani ABD’nin bu izolasyon politikasının devam etmesi halinde yarı egemen Almanya profili yerini güçlenen ve gücünü kullanabilen bir Almanya’ya bırakabilir” demek oluyor.
Sonuç olarak Almanya yaklaşık 10 yıldır Rusya ile baş başa kalmasının sonucunda artık ne ekonomik olarak ne de askeri olarak mevcut düzenin bugünkü dinamikleriyle onlara bir şey kazandırmayacağının farkında. Dolayısıyla Scholz Hükümetinin bu adımını hem ABD’ye, hem AB üyesi ortaklara hem de kendi iç kamuoyuna yeniden mevzilenmek gerekliliğini vurgulayan bir uyarı olarak değerlendirmek mümkün.