İsrail’de Yargı Reformunun Gölgesinde Ordunun Geleceği

Yıllardır İsrail ordusu söz konusu olduğunda hep verilen bir örnektir; “ordusu olan devlet” değil “devleti olan ordu” diye bahsedilir. Bu klasikleşmiş olsa da doğruluğu halen geçerli bir değerlendirmedir. Nitekim tersten bir okumayla, zincirin son halkasına 1948’te ilan edilen bağımsızlığı koyarsak, bu zincirdeki en kilit noktalardan birisi de (sonradan kanlı da olsa İsrail ordusu bünyesinde birleşecek) Haganah, Irgun, Palmah ve Lehi (Stern) gibi militan örgütlerin kurulmasıdır.

İsrail toplumu nezdinde halen en güvenilir kurum olarak addedilen ordu (ZaHaL, Tzva HaHagana LeYisrael), bugünlerde tekrardan ama hiç olmadığı kadar farklı bir şekilde tartışmaların odağında yer alıyor. 8 aydır süren yargı reformuna yönelik protestolara, özellikle ordudaki bazı subayların ve yedek askerlerin protesto amacıyla hizmeti bırakma kararı damga vurdu. Başta Hava Kuvvetlerindeki yedek pilotlar olmak üzere binlerce yedek askerin bu kararı, orduyla hükümeti karşı karşıya getirdi.

Muvazzaf ve yedek kuvvetlerden gelen bu tepkiye hükümet kanadı sert tepki gösterdi. “Ülke birkaç savaş filosu olmadan da idare edebilir ama hükümet olmadan asla,” diyen başbakan Netanyahu’ya ek olarak, Smotrich ve Ben Gvir gibi aşırı sağcı koalisyon mensupları bu protest tavrın esasında bir “darbe girişimi” olduğu noktasında birleştiler.

Yine bu bağlamda, iktidardaki Likud partisinin ağır toplarından sayılabilecek Ulaştırma Bakanı Miri Regev ve Kamu Diplomasisi Bakanı Galit Distel Atbaryan da eski başbakan Ehud Barak’a yüklenerek, orduya darbe girişiminde bulunması için azmettirmekle suçladı. Haaretz’in kıdemli köşe yazarlarından Yossi Melman da sürecin aslında bir darbe olduğunu söylemekle birlikte bunun “tamamen haklı olarak” demokrasisiyi korumak için gerçekleştiğini belirten tartışmalı bir yazıyı kaleme aldı.

Bu gerilim, aynı zamanda İsrail toplumunun bilinçaltında derinlerde yatan bir hususu, yani ordunun geleceği ve devletle nasıl bir ilişki sürdüreceğine dair tartışmaları da yüzeye çıkardı.

İşgalin Aparatı, “Halkın Ordusu”

Bilindiği üzere, İsrail’de askerlik 18 yaşından itibaren zorunludur ve bu süre erkekler için 32, kadınlar için 24 aydır. Erkekler zorunlu hizmetten sonra yedek kuvvetlere katılıp 51 yaşına kadar her yıl belirli gün süreyle orduda hizmet ederken, kadınlar için yedek kuvvetlerde eğitim zorunluluğu bulunmamakla beraber evli olmayanlar nadiren de olsa 24 yaşına kadar yedek kuvvetlere çağrılabilmektedir.

İsrail’in “Ortadoğu’da tek demokrasi” olduğuna dair yürüttüğü propagandanın en önemli dayanaklarından birisini de ordunun, bölgedeki diğer ülkelerin aksine bir darbe yoluyla siyasete doğrudan müdahil olmamasıdır. Ancak bu sakil imajın aksine İsrail ordusu, kurulduğu günden bu yana iki sebepten ötürü siyasetin hep aktif bir unsuru olageldi.

Birincisi, Arap devletleriyle yürütülen savaşlar ve 1967’den sonra Filistinlilere karşı uygulanacak işgal politikası, askerlerin doğrudan siyasete müdahil olmasını gerektirdi. Bu bağlamda halen günümümzde bile İsrail siyasi elitinin önemli bir kısmını emekli generaller ya da ordu mensupları oluşturuyor. İkincisi ve de daha önemlisi, kuruluş felsefesi itibarıyla ordu, esasında ulus-devlet inşasında İsrail için bir makul vatandaş fabrikası niteliği taşıyordu ve siyasal mühendislik kaçınılmazdı.

Bu siyasal mühendisliğin temelinde de kurucu başbakan David Ben Gurion’un öncülüğünü yaptığı Mamlakhtiyut düşüncesi yer almaktadır. Ben Gurion, sosyalist ve kolektivist bir çerçevede askerlik hizmetini “yeni” İsrailliyi şekillendirmede bir araç olarak kullanmayı amaçladı ve orduyu merkezi hükümetin gündemini uygulamada bir araç olarak kullandı. Bir diğer deyişle, dünyanın dört bir tarafından gelen diaspora Yahudilerinin sosyo-kültürel farklılıkları tek bir potada eritilecek ve herkes bu ordu sayesinde “ideal Yahudi”ye dönüşecekti.

Yedek Kuvvetler Fenomeni

Ancak bu politika 1970’lerde geldiğinde çeşitli sebeplerden ötürü değişecektir. 1973 Arap-İsrail Savaşı’nın ilk günlerinde yaşanan hezimet ve Amerika’yla olan ittifakın getirdiği ekonomide liberalleşme, ordunun hantal yükünü hafifletmeye yol açacaktır. Özelleşmeyle birlikte ordu “Amerikanlaşacak” ve savunma sanayiinde kurulan özel şirketlerin sayısı da artacaktır.[1] Ehud Barak’ın genelkurmay başkanlığı yaptığı 1990’lı yıllardan itibaren “halkın ordusu” söyleminden uzaklaşılarak, işgali yürütecek ordunun “daha profesyonel” olması hedeflenecektir. 1990’lı yıllarda yaşanan ekonomik krizin de bunda payı büyüktür. Barak’ın o dönem “Ateş etmeyen ya da etmeye yaramayan her şey atılacak” söylemi meşhurdur.

Ordudaki bu dönüşümden bahsederken, elbette yedek kuvvetlerden de söz etmek gerekiyor. Ordunun büyük bir kısmını teşkil eden yedek kuvvetler, ilk yıllarından itibaren İsrail’in kurucu kadrosu nezdinde “ordu-millet” tahayyülünü somutlaştırma amacı taşıyordu. Belirli dönemlerde görev almalarından ötürü[2] asker, yılın geri kalan dönemindeyse sivil alanda bulunmaları, bu kesimi her iki alana da ait, fakat tam olarak iki alandan birisine de koyamacağımız bir fenomeni oluşturuyor. Bu arada kalmışlığın bir sonucu olarak, yedek kuvvetler halen daha siyasetle muvazzaf kuvvetlere göre çok daha yakından ilişki kurmaktadır.

Nitekim yakın zamanda gördüğümüz protestolara, geçmişte daha sık rastlıyoruz. Bunlardan en önemlisi 1973 Arap İsrail Savaşı sonrasında yaşananlar oldu. Yedek kuvvetler, savaşın kazanılmış olmasına rağmen yanlış istihbarat ve bunun doğal sonucunda ilk günlerde yaşanan Mısır ve Suriye ordusuna karşı uğranılan bozgunu gerekçe göstererek hükümeti istifaya zorladı ve seçimleri kazanmasına rağmen halkın desteğiyle birlikte Golda Meir’in hükümetini 1974 yılında devirdi. Bu tarz “sivil itaatsizlik” örnekleri, günümüze kadar daha çok yapılan savaşlar (1982 Lübnan İşgali, 2006 Hizbullah Savaşı gibi) ekseninde gerçekleşmişse de, ilk defa tamamen sivil alanda gerçekleşen bir politika yapım sürecine matuf cereyan etti.

Aşırı Sağ ve Ordu

Mossad’ın eski direktörlerinden Danny Yatom, 2005 yılındaki bir konferansta aşırı-sağ milliyetçi grupların darbe yapmasına izin vermemek ve demokrasiyi güvence altına almak için bir kamuoyu tartışmasına ihtiyaç olduğunu söylemiş, bu kesimden gelen askerlerin üzerinde hahamların, komutanlardan daha tesirli olduğuna dikkat çekmişti.

Aradan neredeyse 20 yıl geçmeden aşırı sağ artık orduya doğrudan tesir eder hale geldi. Zaman zaman da onunla çatışmaktan çekinmeyen, hükümet destekli bir aşırı sağ/yerleşimci gücün, Batı Şeria’da izledikleri agresif politika ve destekçilerinin yürüttükleri terör faaliyetleri, hem muvazzaf hem de emekli ordu mensupları nezdinde, ciddi bir rahatsızlığa neden oldu.

Özetle, tartışmalı yargı reformu, sadece bir hukuki düzenleme olmaktan da öte, İsrail’de ordunun geleceğini de tartışmaya dahil eden bir sürece dönüştü. Bu gerilimin ortasında, Hizbullah’la yaşanması muhtemel bir savaş senaryosunda İsrail ordusunun nasıl hareket edeceği bir merak konusu haline geldi. 2006’da yaşanan başarısızlık, zaman içinde unutuldu. Ancak İsrail toplumunca “en güvenilir kurum” olan ordunun, bu itibarını yitirmesi ve etkinliğini yitirmesi durumunda, bu muhtemel senaryodan geçen seferki gibi toparlanamayacağını düşünmek gerekiyor.

[1] Seidman, G. (2010). From Nationalization to Privatization: The Case of the IDF. Armed Forces & Society, 36(4), 716–749.

[2] Örneğin, son yıllarda Suriye’de İran’a karşı yapılan operasyonlarda yedek kuvvetlerden gönüllü pilotlar görev almaktadır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu