Rusya’nın Ukrayna’yı işgali zaten asıl işi Avrupa savunması olan ancak Soğuk Savaş sonrası dönemdeki rolü hep tartışılan NATO’nun önemini tekrar gündeme getirdi. Son bir yıldaki tartışmalara bakıldığında işgalin ilk etapta NATO içinde entegrasyonu artırdığı fikri kabul görmüş durumda. Buna göre Rusya’nın askeri maceracılığı ittifak üyelerini daha da kenetlemiş oldu.
Ancak bu söylemsel birliğin NATO’nun caydırıcılığına ne kadar katkı sağladığı farklı bir tartışma konusu. Ortak tehdide karşı birlik olmak söylemde kolay olsa da askeri planlama açısından epey zahmetli olabilecek bir şey. Bu anlamda Rusya’nın Ukrayna’da yarattığı yeni durum ABD, NATO ve Avrupa ilişkileri açısından caydırıcılığın geleceğini yeniden ele alınmasını gerektiriyor.
Konunun daha iyi anlaşılması için öncelikle caydırıcılık mantığına kısaca değinmekte fayda var. Uluslararası ilişkilerde caydırıcılık, rakibin olası bir eyleminin sonuçlarının ağır olacağına söz veya fiil yoluyla ikna edip o eylemi gerçekleştirmesini engellemeyi ifade eder. Genel olarak iki tür caydırıcılıktan bahsedilebilir: Savunmaya dayalı caydırıcılık (deterrence by denial) ve cezalandırmaya dayalı caydırıcılık (deterrence by punishment).
Cezalandırmaya dayalı caydırıcılık herhangi bir saldırı olması durumunda başta nükleer silahlarla misilleme yaparak saldırganı yaptığı eyleme pişman etme ihtimalini canlı tutmaktır. Adından da anlaşılacağı üzere cezalandırma ihtimaliyle düşmanda korku yaratılır ve saldırması engellenir. Diğer taraftan savunmaya dayalı caydırıcılıkta ise farklı bir mantık hakimdir. Burada düşmanı, saldırması durumunda işgalin maliyetinin olabildiğince yüksek olacağına ve sahada hedeflerine ulaşamayacağına inandırmak esastır. Yani düşmanı rasyonel hesap yapmaya iterek saldırmasını engellemek amaçlanır.
NATO’nun üyelerine sağladığı caydırıcılık şemsiyesi cezalandırmaya dayalı caydırıcılığı esas alır. Anlamını ittifak anlaşmasının ünlü 5. maddesinde bulan bu caydırıcılık, üye ülkelerden birine saldırı yapılması durumunda tüm ittifakın askeri bir cevap verme taahhüdünde yatar. Pratikte ise Amerikan genişletilmiş caydırıcılığı (extended deterrence) altında, üye ülkeler ABD’nin nükleer silahlar da dahil olmak üzere güç kullanma taahhüdüne yaslanır. Diğer bir ifadeyle herhangi bir saldırganlık durumunda, müttefikler esas olarak ABD’nin harekete geçmesine güvenmek zorunda. 5. maddeyi gerçekten anlamlı kılan (veya anlamsız kılacak olan) da ABD’nin takınacağı tavırdır.
Bu anlamda ABD’nin yardıma geleceğine yönelik inanç ne kadar güçlüye NATO’nun cezalandırmaya dayalı caydırıcılığının etkisi o kadar yüksek olur. Soğuk Savaş döneminde Sovyet tehdidine karşı yer yer şüpheler olsa da olası bir saldırganlık durumunda ABD’nin Avrupa’yı savunacağı fikri oldukça güçlüydü. Bu durum, caydırıcılığın çalışmasını sağladı ve Soğuk Savaş’ın barışçıl sonlanmasına zemin hazırladı.
Ancak Sovyetler yıkıldıktan sonra Avrasya ana karasını askeri anlamda domine edebilecek bir güç henüz çıkmış değil. ABD’ye hayati tehdit oluşturabilecek böylesi bir gücün yokluğunda ABD’nin Avrupa’yı savunma motivasyonun eskisi kadar güçlü olmadığı hep tartışıldı. Zaten ABD dış politikası da bu yeni dönemde aşırı yayılmacılıktan içe kapanmaya kadar geniş bir yelpazede gidip geldi. Çünkü ABD aşırı müdahaleci davrandığında onu durdurabilecek; kendi içine döndüğünde ise boşlukları doldurup tehdit oluşturabilecek bir güç yok.
Bugünse ABD, Biden yönetimi altında Ukrayna’ya ciddi bir destek veriyor. Bu ilk etapta ABD’nin başka saldırganlıklara göz açtırmayacağı konusunda müttefiklerinin beklentilerini canlandırmış olabilir. Ancak savaşa gidilen süreçte bile Batı’da Biden yönetiminin Ukrayna’ya bugün vermekte olduğu desteği vermeyeceği hakim görüştü. Ukrayna’nın NATO üyesi olmaması bu ihtimali daha da güçlendiriyordu. ABD’nin Ukrayna için Rusya’yla savaşı tırmandırmayacağı düşünülüyordu. Fakat Biden yönetimi son derece sert ve aktif bir politikayla Ukrayna’yı silahlandırdı ve Rusya’nın nükleer blöflerini püskürttü.
Ancak ABD’nin mevcut politikayı nereye ve ne zamana devam ettireceği biraz belirsiz. Ciddi bir dış tehdidin olmadığı ortamda ABD dış politikası iç politika gelişmelerinin daha çok etkisi altında olması belirsizliği artıyor. 2024’te Cumhuriyetçi bir başkan adayının seçimi kazanma ihtimali bu belirsizliği hep gündemde tutacaktır. Özellikle Cumhuriyetçilerin popülist kanadını temsil eden isimler Amerikan halkının vergilerinin neden Ukrayna’ya gittiğini sorguluyor.
Bu noktada Ukrayna konusundaki tutumu özellikle Doğu Avrupalı müttefikleri için umut verici olsa da ABD’nin uluslararası sistemde her zaman sert bir dönüş yapacağının garantisi yok. Yukarıda da belirtildiği üzere dış politikada ABD’nin motivasyonları değişiklik gösterebiliyor. Bu da hem NATO üyeleri hem de Rusya açısından cezalandırmaya dayalı caydırıcılık konusunda yanlış hesap riskini beraberinde getiriyor.
Ancak Rusya’nın beklentilerin altında kalan askeri performansı tam da bu noktada savunmaya dayalı caydırıcılık mantığını müttefikler için çekici hale getirebilir. Rusya’nın şu ana kadarki başarısız işgal girişimi Avrupa güvenliği ve caydırıcılığın geleceği açısından önemli bir noktayı ortaya çıkardı. Savaş, Rusya’nın askeri kapasitesi hakkında diğer ülkelere bilgi verdi. Bu bilgi de malum olduğu üzere Rusya açısından pek iç açıcı değil. Rusya’nın savaş öncesi dönemde korkulan askeri gücünün biraz abartı olduğu algısı yerleşti. Rusya’nın askeri teknolojiden organizasyona, güvenlik bürokrasisinden siyasi iradeye kadar birçok sorunu ve eksiklikleri gün yüzüne çıktı.
Bu anlamda NATO üyesi ülkeler bireysel olarak gerekli askeri hazırlıkları yaptıkları takdirde Rusya’ya yeni bir Ukrayna faciası yaşatmanın mümkün olabileceğini gördüler. Rusya’nın korkulacak kadar bir askeri gücünün olmadığı ve dengelenebilir bir aktör olduğu algısı yerleşiyor. Bu durum da müttefikleri ABD odaklı cezalandırmaya dayalı caydırıcılıktan ziyade sahada düşmana maliyet üretme odaklı savunmaya dayalı caydırıcılık merkezli askeri planlamaya sevk edebilir. Bu da ilk etapta güçlendiği düşünülen “ittifak ruhu” fikrinden ziyade daha bireysel silahlanma eğilimlerini beraberinde getirebilir.
Tabii ki NATO üyesi bir ülkeye yönelik “açık bir saldırıya” sessiz kalmak, tüm ittifakı çökerteceğinden ABD’nin kağıt üzerinde göze alabileceği bir şey değil. Ancak Rusya, vekil unsurlar, hibrit stratejiler ve gri alanlar yaratmak marifetiyle dolaylı eylemlerde de bulunabilir. Yine Ukrayna’da hem sahada hem de imaj olarak büyük yara alan Rusya’nın yakın gelecekte büyük bir askeri eyleme girişme ihtimalinin zayıfladığı da düşünülebilir. Fakat bu durum da gelecekte tıpkı Rusya’nın dün Ukrayna’da yaptığı yanlış hesap gibi gelecekte de NATO’nun yanlış hesap yapmasına neden olabilir. Eski Amerikan savunma bakanı Rumsfeld’in ifadesiyle “zayıflık provokatiftir.” Rusya’nın çok da zayıf görülmesi gereksiz bir tırmandırma ve kazara çatışma riskini artırabilir. Bu sefer de caydırıcılığın Rusya aleyhine başarısız olma ihtimali üzerinden çatışma olasılığı güçlenir.
Sonuç olarak Avrupa güvenliğinin bel kemiği olan caydırıcılık, tabiri caizse zor bir zanaat. Bir taraftan bir bardağı boş bırakmadan doldurmaya çalışmak diğer taraftan da suyu taşırmamaya çalışmak gerekiyor. Belli bir seviyeden sonra bir damlanın bile etkisi çok büyük olur.