Soğuk Savaş yıllarında dünyada oldukça sık rastlanan ve 1990’lardan itibaren de giderek daha az görülmeye başlanan askeri darbeler Batı Afrika’daki etkisini hiçbir zaman yitirmedi. Öyle ki küresel çapta darbelerin azalmasından ötürü Huntington’un “demokratikleşme dalgası” olarak tanımladığı dönemlerde bile bu bölgede darbeler artarak devam ediyordu. Afrika kıtasında 1950’den günümüze değin gerçekleşmiş olan 217 askeri darbe girişiminin yarısından fazlası Batı Afrika’da vuku buldu. Bu durum elbette bir tesadüf değildir. Batı Afrika ülkelerinin iç siyasetteki pretoryan mücadelesi, dış siyasetteki son derece belirgin bağımlılıkları söz konusu neticenin iki farklı yüzünü teşkil ediyor. Dolayısıyla bu iki dinamik anlaşılmadan askeri darbeler silsilesinin idrak edilmesi mümkün görünmüyor. Bununla birlikte dış etkilerin bir adım önde olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Bugün Batı Afrika’da geçmişte defalarca yaşandığı gibi bir “darbe salgını” gözlemleniyor. Bu salgın, küresel ve bölgesel açıdan yaşanan değişimlerden bağımsız değil. Darbe salgınının son halkası, Nijer’de kendisini gösterdi. Olay örgüsü pek çok açıdan tahlil edilebilir, fakat net olan şu ki darbe furyası Nijer’le sınırlı kalmayacaktır.
21. yüzyılın ilk çeyreğini terörle mücadele gibi gerekçelerle işgaller, uzun soluklu ve maliyetli operasyonlar ve yaptırımlarla müdahaleci bir tonda geçiren Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupalı ortakları, kendilerini başta Rusya ve Çin olmak üzere pek çok rakiple zorlu bir rekabet içinde buldular. Üstelik rekabet ve çatışma ortamı genişlemekte, farklı coğrafyalara yayılmaktadır. Avrupa’nın Kuzey-Güney ayrımı konseptinde güneyin en ucunda konumlanan “Afrika, Asya-Pasifik ve Karayipler”, geldiğimiz noktada savunmasız kalkınma partnerleri olarak değil, çetin bir rekabetin arenası olarak belirmiştir. Her ne kadar son zamanlarda güvenlik teması çerçevesindeki çeşitli metinlerde Çin-ABD rekabetine dayalı olarak Asya-Pasifik öne çıkarılmaktaysa da Afrika kıtası bugünün mücadele alanı olarak canlılığını koruyor. Eski sömürgeci iktidarların nüfuzunu uzun yıllar sürdürdüğü Afrika’daki her gelişme Avrupa’yı doğrudan ilgilendiriyor, hatta Avrupa ülkelerinde gerilime neden oluyor. Geçmişteki pek çok siyasi bunalımın ya da terör saldırısı sonucu gerçekleşen katliamların haber değeri taşımadığı Afrika kıtasının mevcut durumda gündemin merkezine yerleşmesi de başka türlü açıklanamaz.
Uzun süredir Afrika’da devam eden rekabetin neticesinde Batı hegemonyasının daraldığını, mevzi kaybına uğradığını tespit etmek zor değil. Batı’nın her anlamda maliyetli askeri müdahaleciliği, ekonomik krizlerle birleştiğinden kalkınma işbirliği kapsamındaki dış yardımlar, hibeler, krediler çoktandır kısıtlamalara maruz kalıyor. Özelikle Avrupa ülkelerinin Sahraaltı Afrika’da bıraktığı boşluğu Çin Hak Cumhuriyeti borçlandırma ve dış yardım politikası ile sert biçimde dolduruyor. Normal şartlarda Batılı devletler bu denli karşı hamleleri, Afrika’nın güvenlik ihtiyacına cevap veriyormuş gibi görünerek savuştururdu. Fakat bu yaklaşım gitgide Afrika ile ilişkilerini yıpratarak bir meşruiyet krizi doğurdu. Bilhassa Fransa’nın, mevzi kaybettiğinde politikasını sertleştirdiği ve askerîleştirdiği biliniyor. Fachoda sendromu olarak adlandırdığımız söz konusu tavır, işleri tam da bu hale soktu. Afrika, söz konusu sertliği taşıyamaz oldu. Sahel’de Fransa ve ABD’nin gerçekleştirdiği uzun süreli operasyonlar hem bölge hükümetlerini hem de halkları oldukça yıprattı. Bunun neticesinde Fransa’nın, askeri darbeler yoluyla Mali ve Burkina Faso’da oyun dışı kaldığı bir ortam belirmiş oldu. Gine zaten darbeden önce ciddi bir kopuşa sahne olmuştu.
Senegal, Togo ve Fildişi Sahili gibi geleneksel olarak pro-Fransız devletleri saymazsak bölgede oluşan Fransız veya Batı karşıtı havanın hâkim olmadığı neredeyse tek ülke ise Nijer’di. Nijer’in ekonomik ve siyasi bağımlılıklarının, Fransa’ya tepkili diğer bölge ülkelerinden fazla olduğunu vurgulamak gerekir. Geleneksel olarak Fransa’nın nüfuzu altında olan, tarihte Mali, Gine ve Burkina Faso’nunkiler gibi Fransa’yla belirgin kopuşlar yaşamayan Nijer, Fransa için belki de bölgenin en önemli ülkesi. Çünkü 58 nükleer reaktörde enerji üreten Fransa, ihtiyaç duyduğu uranyumun 3’te 2’sini yakın zamana kadar Nijer’den karşılıyordu. Fransa hükümeti tedarikçilerini çeşitlendirdiğini açıklasa da halen uranyumun ciddi bir kısmını Nijer’den sağlıyor. Aslında Mali’deki askeri operasyonların birincil amacının esasen Nijer uranyumunu garanti altına almak olduğu pek çok mecrada dillendirildi. Bu nedenle Fransa, darbecilerin egemen olduğu Mali ve Burkina Faso tarafından kovulduktan sonra askeri varlığını ve şirketlerini Nijer’e tahliye etmekte gecikmedi. Bunun gerçekleşmesi için elbette Nijer’in kuzeybatısında bazı terör eylemlerinin gerçekleşmesi gerekmişti.
Nijer’deki darbenin hikayesi ise, Nijer Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alaylarına komuta eden General Omar Tchiani’nin, devlet başkanı Muhammed Bazoum’un kendisini görevden almayı planladığını öğrenmesiyle başlıyor. Çok uzun zamandır bu görevde olan Tchiani, elindeki gücün verdiği cesaretle darbeyi gerçekleştiriyor. Afrika’daki darbelerin nedenlerini analiz eden Chuka Onwumechili, darbecilerin motivasyonlarından birinin “görevden alınma korkusu” olduğunu dile getirirken benzer somut örneklere dayanıyordu. Hükümet başkanlarının kendi görev sürelerini anayasaya aykırı olarak ve birkaç kez uzatmaları da darbeyi tetikleyebiliyor. Farklı etnik gruplar arasında amansız bir pretoryan mücadelenin olduğu, bu mücadelenin elitler tarafından kendi çıkarları adına araçsallaştırıldığı çoğu Afrika ülkesindeki gibi Nijer’de de kamu iktidarını ve kamu kaynaklarını ele geçirme yarışı sıfır toplamlı bir oyun şeklinde ortaya çıkıyor. Bölgenin eski sömürgeci gücü, yeni “hâmi devlet”i Fransa ile ilişkilerinde son derece titiz olan Nijer, beklediği istikrara hiç ulaşamadı. Varılan noktada artık başarısız hükümetler kadar Fransa da topun ağzına yerleştirildi.
Batı ve Orta Afrika’da güvenlik işbirliği (silah ticareti, Wagner paralı asker grupları, askeri eğitim ve danışmanlık) üzerinden nüfuzunu artıran Rusya, Fransa’dan rol çalmak için önemli inisiyatiflere imza attı. Devlet otoritesini güçlendirmek isteyen Afrikalı hükümetlere ciddi fırsatlar sunan Rusya’nın, Nijer’in yeni yönetimine de eğilim göstereceği beklenen bir gelişme olur. Zaten darbeye destek veren sokak eylemlerinde atılan Rusya yanlısı sloganlar ve taşınan Rus bayrakları şartların olgunlaştığını gösteriyor. Darbe sırasında ortaya çıkan bu eylemleri darbeci kadronun Bazoum ile yapılan pazarlıklarda elini güçlendirmek için organize ettiği medyaya yansıdı. Yine de cunta yönetiminin hissiyatını yansıttığına bir şüphe yok. Rusya konusunda Nijer cuntasını yüreklendiren epeyce örnek var: Mali, Burkina Faso, Orta Afrika Cumhuriyeti, hatta Sudan… Darbede Rusya’nın rolü olup olmadığı konusunda ise halen açıklığa kavuşturulması, aydınlatılması gereken noktalar var: Darbeyi gerçekleştiren askeri kadronun ağırlıklı olarak hangi ülkeden eğitim aldığı, kimlerle para ilişkisine girdiği henüz soruşturulamadı. Fotoğraf netleştikçe daha doğru bir analiz yapılabilir. Fakat mevcut durumda Rusya’nın Nijer’e geçmişe nazaran daha kolay biçimde yaklaşacağını tahmin etmek zor değil.
Her askeri darbede mutlaka iç ve dış dinamikler söz konusudur. Her darbe, ülkeyi dış etkilere karşı zayıflatır. Nijer cunta yönetimi istese de istemese de kendini artık Rus nüfuzu altında bulabilir. Bu senaryo gerçekleşirse, zaten Orta Afrika Cumhuriyeti’ni kaybetmiş olan Fransa, Nijer’i de kaybederek bir enerji buhranı yaşayabilir. Her durumda Fransa’nın uranyum tedariki zora girdi. Nijer ve bölge içinse Fransa ve ABD karşısındaki bağımlılıkların ortadan kalkması, Rusya gibi bir aktörle çuvala girmenin riskine rağmen, büyük bir öncelik arz ediyor. Elbette bu süreçte farklı aktörlere farklı roller de düşebilir. Ukrayna ile savaşta olan, Wagner’le kriz yaşayan Rusya’nın çok da rahat olmadığını hep akılda tutmak gerekiyor. Türkiye’nin bu şartlarda Nijer ve Mali gibi bölge ülkeleriyle güvenlik iş birliğinde yeni girişimler geliştirmesi hem kendisi hem de bölge ülkeleri için büyük kazanımlarla sonuçlanabilir. Mali devlet başkanı Assimi Goita’nın, Fransızca’yı resmi dil olmaktan çıkaran antlaşmayı imzaladığı masada BAYRAKTAR AKINCI maketi ile verdiği poz, Afrikalı hükümetlerin ne kadar hazır oldukları sorusuna anlamlı bir cevap mahiyeti taşıyor.
[Dr. Murat Yiğit, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısı ve akademisyendir.]