15 Temmuz hain darbe girişimi her ne kadar orduda yuvalanmış ezoterik bir terör örgütünün eliyle gerçekleşmiş olsa da Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık sivil-asker ilişkileri serencamından bağımsız düşünülecek bir hadise değildir. FETÖ terör örgütü, 27 Mayıs’ların, 12 Eylül’lerin devleti ve siyaseti tekrar tekrar “dizayn ettiği” bir ülkede 15 Temmuz’un yadırganmayacağına kanaat getirmiş, böylesi bir ihaneti gerçekleştirmekten imtina etmemiştir. FETÖ’nün doğrudan doğruya başka bir devletten talimat alarak gerçekleştirdiği bu işgal hareketi, önceki askeri darbelere nazaran bazı farklılıklar içeriyordu. Asker görünümlü terör örgütü mensuplarının doğrudan halka ateş açması, TRT spikerine zorla okutulan darbe bildirisi ve son olarak halkın direnişi önceki darbeler sırasında yaşanmış olaylar değildi. Bilindiği gibi önceki askeri darbelerde darbe sırasında kitlesel olarak ateş açılması söz konusu olmamış, darbeden sonra yargılama ve tutuklamalar sırasında hukuksuz infazlar gerçekleşmiştir. Ayrıca darbe bildirisi 15 Temmuz’dan farklı olarak bizzat darbeci askerler tarafından okunmaktaydı. 15 Temmuz’a kadar halk kitlelerinin darbelere güçlü bir mukavemet göstermediği hususu ise bir başka farkı izhar eder.
Tüm bu farklılıklara rağmen darbe bildirisinin içeriğinde yer alan “rejimin tehlikeye düşmüş olduğu”, “ülkeyi kurtarma amacı”, “demokrasiye dönüş”, “anayasal düzen” vurguları oldukça tanıdıktı. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta ve 27 Nisan muhtırasında benzer ifadelerle siyasete müdahale girişimleri gerçekleştirilmişti. 27 Nisan muhtırasının akamete uğraması ve siyaseten sonuçsuz kalması, yapısal-kurumsal bir dönüşüm yaşanmaksızın “darbeler döneminin sona erdiği”ne dair bir yanılgının pekişmesine yol açtı. 15 Temmuz’un doğurduğu trajedi, siyasetin ve devlet kurumlarının yeniden organizasyonu ihtiyacı konusunda her kesimi ikna edecek büyüklükte olunca reformların da önü açıldı. Nitekim 27 Nisan’la ilgili temel mesele onun akamete uğrayıp uğramaması değil, gerçekleşmiş olmasıydı. Sivil üstünlüğünün ve ordunun sivil denetiminin sağlanması kaçınılmaz bir gereklilikti.
Türkiye’de sivil-asker ilişkileri, Osmanlı İmparatorluğu’nun son asrında yaşanan hükümdar darbelerinin (coup d’Etat de prince) hafızalardaki yeri nedeniyle cumhuriyetin kuruluş döneminden itibaren önemli bir gündem maddesi olmuştur. Cumhuriyetin başlarında yaşanan siyasi çalkantılar ve tasfiyeler arasında Atatürk’ün ordu mensuplarına siyasi faaliyet için üniformayı çıkarma zorunluluğu getirmesi, sivil-asker ilişkileri adına ilk kritik hamle sayılmaktadır. Bu hamleyle ordunun sivil denetimi sağlanabilmiş, istikrar devri ise 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle son bulmuştur. 27 Mayıs’la beraber ordunun siyasetteki merkezi konumu ve siyasal özerkliği pekiştirilmiş, günümüze kadar uzanan bir askeri vesayet döneminin önü açılmıştır. Bu tarihten sonra ordu mensupları askeri müdahaleleri ve “rejim bekçiliği”ni kendi ayrıcalıklı konumunu muhafaza etmek amacıyla araçsal hale getirmişlerdir.
Ordunun, zorunlu askerlik hizmeti yoluyla edindiği “halkı eğitme” misyonunu toplumun geneline yaymayı tercih etmesinde yalnızca imtiyazlı konumu ve çıkarları değil, Osmanlı’dan beri kendisini modernleşmenin öncüsü olarak kabul etmesi de etkili olmuştu. İlk modernleşen kurum olan ordunun mensupları, cumhuriyetin kurucu kadrosunun da çoğunluğunu oluşturuyordu. Askerlik hizmeti sırasında okuma-yazma başta olmak üzere pek çok alanda verilen eğitim, askerin temsil ettiği devlet ile toplum arasında kalıcı bir hiyerarşi inşa ediyor, sivil üstünlüğünü eritiyordu. Bu şekilde yıllar içinde militarist bir modernleşmeye, tepeden inmeci bir siyasi düzene hayat veriliyordu. Ordunun imtiyazlı konumu ve toplumdan izole kurumsal yaşayışı, askerlerin Türkiye’nin toplumsal gerçekliğine olan mesafesini gitgide artırıyordu. 12 Eylül’ün ve 1982 Anayasasının meydana getirdiği düzenin aslında ordu ve toplum arasında net bir kopuş anlamına geldiği 1990’lar ve 2000’lerde yaşananlarla belgelenmiş oldu. 28 Şubat darbesi ve 27 Nisan e-muhtırası ordunun toplumdan ne kadar uzak kaldığını, mesafenin hangi boyutlara ulaştığını göstermektedir. Elbette bu hadiseler dönüşen sosyo-politik ortamda askerlerin kendi imtiyazlarını sürdürebilme gayretinin ifadesiydi bir anlamda. Fakat siyasetin tam merkezindeki konumunu 12 Eylül sonrasında pekiştiren ordu mensupları, özellikle 1990’larda mesleki profesyonellikten uzaklaşmışlardı. PKK terörüyle mücadelede verilen büyük kayıplar ve terör sorununun büyümesi, generallerin hükümetten ve üstlerinden bağımsız hareket etmeleri, bazı askerlerin kişisel çıkarlarının savunma sanayiini engellemesi, ordunun milli güvenliğe yönelik tehditlerden çok iç siyasetle meşgul olması silahlı kuvvetlerin etkinliğini olumsuz etkilemekteydi. Ordu, AK Parti’nin iktidara geldiği ilk yıllarda sık sık dile getirilen “bürokratik vesayet”in en önemli ayağı haline gelmişti. Geriye dönüp bakıldığında 27 Mayıs 1960-15 Temmuz 2016 yılları arasında ordunun sivil denetiminden çok bir askeri vesayetten söz edilebilir.
15 Temmuz askeri darbe girişiminin akamete uğratılmasından sonra gerçekleştirilen reformlar, Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinden bahis açılabilir bir zeminin oluşmasını sağladı. Sivil-asker ilişkileri disiplini içinde öne çıkan ordunun görev tanımı ve dış tehditlere odaklanması, iç siyasi meselelerden uzak durması ve asayiş konusunda polis gücü olarak kullanılmaması, sivillerin savunma bütçesini ve askeri harcamaları denetleme yetkisi, askeri mahkemelerin hukuki görevlerinin boyutları, yüksek rütbeli askerlerin atanmasında silahlı kuvvetlerin veya sivil otoritenin yetkisi, atama-terfi konularında sivil denetiminin güçlendirilmesi gibi pek çok konuda reform ihtiyacı ortaya çıkmıştır. 2002 sonrasında hükümetin bürokratik vesayeti azaltmak maksadıyla attığı adımlar, 15 Temmuz sonrasında hükümet-devlet-ordu ekseninde organizasyon yapısından kurumsal özerkliğe dair pek çok alana doğru genişletilmiş oldu. 2000’lerde MGK’nın yetkileri daraltılmış, MGK Genel Sekreterliği sivilleştirilmişti. 15 Temmuz’la başlayan süreçte ise ordu mensuplarının kime karşı sorumlu olduğu/olacağı sorununa odaklanıldı. Genelkurmay Başkanlığı ve TSK Kuvvet Komutanlıklarının, Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi yarım asırlık tartışma geçmişine sahip bir konu, söz konusu reformların en önemli gündem maddeleri arasına dahil edildi. Hükümet-devlet-ordu organizasyonu ve ordunun sivil denetimi açısından hayati öneme sahip bu uygulama 2018’deki hükümet sistemi değişikliği ile hayata geçirilmiştir. Askeri eğitimin denetim altına alınması, Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıklarının, Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile gelen atama-terfi düzeni reformun merkezindedir. Aynı süreçte Jandarma Genel Komutanlığı ile Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın, İçişleri Bakanlığı emrine verilmiştir. Böylece iç ve dış güvenlik konuları birbirinden büyük ölçüde ayrılmış, sivil-asker ilişkilerini tehdit eden “ordunun iç asayiş meselelerinde polis gücü olarak kullanılması” riski ortadan kaldırılmıştır.
Mevcut askeri eğitim kurumlarının lağvedilmesi sonucu 31 Temmuz 2016 tarihinde kurulan Milli Savunma Üniversitesi, seçkinciliğe ve statükoculuğa dayanan, askeri müdahale davranışını besleyecek biçimde kurgulanan askeri eğitimi hükümet denetimine sokmuştur. Askeri eğitim müfredatının keyfiliği ve sorgulanamaz mahiyeti ortadan kaldırılmış, mesleki nitelikler kadar toplumla bağ kurabilmeyi de destekleyen eğitim programları hazırlanmıştır. Sivil yöneticiler ve sivil akademisyenlerin de dahil olduğu askeri eğitimin çok boyutlu ve çok yönlü bir anlam kazandığı görülmektedir. Askere alma yöntemi açısından önemli bir gelişme sayılan bedelli askerlik ve sözleşmeli er uygulamaları askerliğin profesyonelleşmesi açısından not düşülmesi gereken önemli yeniliklerdendir.
Siyaset ve askeri bürokrasi arasındaki ekonomik yapıya ilişkin değişim ise birkaç noktada gelişti. İlki, savunma endüstrisinin yürütme organına bağlanması ve böylece Türkiye’de savunma sanayine ilişkin kararlarda Cumhurbaşkanının belirleyici hale getirilmesi olmuştur. İkinci olarak, ordunun elindeki mülkiyetle ilgili yetkilerin Genelkurmay Başkanlığından alınarak Millî Savunma Bakanlığına aktarılmış olmasıdır. Böylece Millî Savunma Bakanlığı, ordunun menkul ve gayrimenkulleriyle ilgili pazar ilişkilerini düzenleyecek mevki haline getirilmiştir. Üçüncü nokta ise, askeri-ekonomik yapının Bakanlık Teftiş Kurulu tarafından denetimidir. Savunma sanayii politikasının yakaladığı yükselişin arkasında siyasetin reformlarla sivilleşmesi, vesayetin geriletilmesi, bunlara bağlı olarak sivil siyasetçi ve uzmanların yeni dönemde savunma sanayii politikalarında daha faza etkin olması yatmaktadır. Sivil alanın genişlemesi sermaye adına da olumlu koşullar doğurmuş, bugün binlerce şirketin sektörü yeniden inşa etmesi ve pazarı dünyanın dört bir yanına doğru genişletmesi mümkün olmuştur.
Hükümet ve ordunun organizasyonu, ordu-toplum mesafesinin düzenlenmesi, sivil denetimin ve sivil üstünlüğünün sağlanması, subay alım ve askeri eğitim düzeninin çağın gerekleri ve demokrasinin devamı ekseninde yeniden inşası, terfilerin ve görevlendirmelerin kurumsal ihtiyaç ve istişarelerle siviller tarafından belirlenmesi gibi olumlu gelişmelere ek olarak savunma sanayiindeki sivilleşme ve yükseliş de sivil-asker ilişkileri açısından memnuniyet verici neticeler doğurmaktadır. Fırat Kalkanı, Zeytindalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkanı, Pençe 1-2-3, Pençe-Kilit, Pençe-Yıldırım, Pençe-Şimşek, Pençe-Kaplan harekatlarında elde edilen büyük başarılarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askeri profesyonelliği üst seviyede tutmasının yanında yerli ve milli savunma sanayii ürünlerinin etkin kullanımı da önemli rol oynamıştır. Ordunun askeri etkinliğini artıran yerli savunma sanayii araçları ordu mensuplarının hükümet ile ilişkilerini de olumlu biçimde etkilemektedir. Gerçekleştirilen yapısal reformlar, savunma endüstrimizin yükselişi ve askeri eğitimdeki dönüşüm hem sahadaki caydırıcılığa hem de sağlıklı bir sivil-asker ilişkileri zeminine hizmet etmiştir ve etmektedir. Denilebilir ki sivil-asker uyumu son yüzyılı dikkate alırsak hiç olmadığı kadar iyi bir seviyeye ulaşmıştır.
Sivil-asker ilişkilerinde ulaşılan bu düzeyin sürdürülebilir kılınması için halen yapılması gerekenler var elbette: Ordu mensuplarının kendi mesleki verimleri için kurumsal tedarik ve özlük hakkı gibi konularda geri bildirimlerine yönelik kanallar artırılabilir. Hükümet-ordu-toplum uyumuna dair yeni mecralar üretilebilir. Hepsinden de önemlisi bilhassa genç subaylara 15 Temmuz sonrası yönetilen reformların gerekçesi ve olumlu neticeleri çeşitli platformlarda sık sık anlatılmalıdır.