Polis kurşunuyla yeni bir ölüm vak’ası daha! İki hafta önce işe gitmekte olan Gine asıllı bir 19 yaşında bir Fransız genç de kimlik kontrolü sırasında polis tarafından öldürülmüştü. Geçen yıl 13 kişi aynı şekilde öldürüldü.
Fransa’da 27 Haziran’da Trafik kontrolünde bir polis memuru tarafından vurularak öldürülen 17 yaşındaki Nael M.’nin cenazesinin ardından başlayan protesto hareketleri banliyö isyanına dönüştü. Sarı Yelekliler’in aylarca süren isyan ve şiddet hareketlerine katılmayan banliyö gençliği 2005’ten bu yana ilk kez bu çapta bir eylem içinde.
1789 Fransız İhtilali’ni bir marka olarak pazarlamakta son derece başarılı olmuş bütün kamu binalarının dış cephesinin tepesine “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” dövizini kazıtmış Fransa’da bir kez daha Fransız usulü bir isyan baş gösterdi. Sokaklarda gerçekleşen ve Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı 1789 Devrimi’nin ilhamıyla o zamandan beri ara ara sokakları tutan halk ayaklanmalarından birine bu defa banliyö gençleri önderlik etti. Enerji fiyatlarının yükselişine tepki olarak 2018 Kasım’ında başlayıp aylarca süren protesto gösterilerine eşlik eden şiddet sarmalında yakma, yıkma, yağmalama olaylarında banliyö gençleri yoktu. Ama şu anki banliyö gençlerinin isyanında ve ona eşlik eden şiddet sarmalında sarı yeleklisi de var, aşırı solcusu yahut hükümet politikalarına şu veya bu şekilde öfke duyanlar da. Paris’ten başlayarak ülkenin bir uçtan öbür tarafına pek çok şehrini rehin alan bu isyan durdurulabilir mi, elbette durdurulur. Geçen sefer her gün yüzlerce genci gözaltına alarak 3 hafta beklemişti hükümet ancak OHAL ilanından sonra aynı gece sokaklarda artık kimse yoktu. Bu sefer OHAL ilan edilmedi, kolluk kuvvetlerinin sayısı arttırıldı 5-6 günün sonunda olaylar büyük ölçüde yatıştı.
1980’lerde Lyon banliyölerindeki isyanlardan bu yana, bazen yerel, bazıları büyük şehirlerde olmak üzere 40 yıldan bu yana en büyüğü 2005’te olmak üzere çok değil ondan fazla banliyö isyanı yaşandı Fransa’da. Her seferinde bir kimlik sorgulamasında bir ya da daha fazla genç polis tarafından öldürüldü ya da yaralandı ama her öldürme veya yaralama hadisesinde isyan çıkmadı. Ve dün de bugün de banliyölerdeki insanlar Fransa’daki diğer toplumsal protesto hareketleri gibi örgütlenebilmiş, tepkilerini kalıcı bir siyasi baskıya dönüştürebilmiş değiller.
27 Haziran’da Fransız polisi kimlik aramasından kaçtığı gerekçesiyle 17 yaşındaki Nahel M’yi öldürdü. Fransız İhtilali’nden 41 yıl sonra 1830’da sömürgeleştirip 1962’ye kadar yönettiği Cezayir’den bir zamanlar göçmüş bir ailenin üçüncü jenerasyon çocuğu Nahel. Polis ilk ifadesinde Nahel M.’nin kendilerine zarar vermek amacıyla araçlarını üzerlerine sürdüğünü iddia ederken, AFP Haber Ajansı’nın teyit ettiği görüntülere göre ise durum hiç de öyle değil. Videoda aracın yanında iki polis memuru görülüyor. Biri aracın camından silahını doğrultuyor ve Nael M. kaçmaya çalıştığı sırada yakın mesafeden ateş ediyor. İçişleri Bakanı Gerald Darmanin de kolluk kuvvetlerine desteğini açıklarken sosyal medyada paylaşılan bu videonun “şoke edici” olduğunu kabul etti. Nahel M. Fransa’da polisin trafik uygulamasında bu yıl öldürülen ikinci kişi oldu. Nahel’den iki hafta önce 19 yaşında eski bir Fransız sömürgesi olan Gine asıllı bir genç de Angouleme’de aynı şekilde üstelik işe giderken polis tarafından öldürüldü, geçen yıl aynı şekilde 13 kişi öldü Fransa’da. Bugün sokakta olan pek çok genç “Ben de bir kimlik araması sırasında Nael ve diğerleri gibi ölebilirim” diyor.
Banliyölerde suç olayları ve kolluk güçlerinin karşı karşıya kaldığı gerilimleri yönetmenin kolay olmadığı sır değil. Çoğu banliyöde uyuşturucu trafiği, adi suç olayları, çeteleşme mevcut. Bu olaylar içindeki Müslüman asıllı gençlerin çoğunun geldikleri topraklarla yahut Müslümanlıkla bir rabıtaları yok. Ebeveynlerinin otoritesini tanımıyorlar, Fransa’da olduklarını hatırlatarak ailelerini baskı kurmaları halinde polise başvurmakla tehdit ediyorlar. Çoğu zaman kin ve nefret duygusu içinde bir şekilde var olmaya çalışan küçük bir azınlık. Ancak Fransa’da kolluk kuvvetlerinin saldırganlığı, rast gele ve baskı kurmak maksadıyla kimlik kontrolü yapması, görevini istismar etmesi, aşırı güç kullanmasının ve bunun herhangi bir yaptırımının olmaması da sır değil. Ki 2005 olaylarında da yargılanan iki polis memurunun davası polis telsizinde “trafoya girerlerse, oradan canlı çıkma olasılığı az” beyanı üzerine yoğunlaştıysa da her iki polis de 2015’te beraat etti. 18 yıl önce 2005’te Paris’in Clichy Sous-Bois banliyösünde 15 yaşındaki Bouna Traore ile 17 yaşındaki Zyed Benna ve 17 yaşındaki Muhittin Altun bir futbol maçından dönerken polisin kimlik kontrolünden kaçıp trafoya girmişlerdi. Afrika kökenli 2 gencin öldüğü olayda Urfalı Türk genci Muhittin Altun da tepeden tırnağa yanmıştı. Tıpkı Nael’de olduğu gibi cenazeler kaldırılırken var olan matem havasından kısa bir süre sonra başlayan isyan dönemin İçişleri Bakanı Nicholas Sarkozy’nin banliyödeki gençleri “ayaktakımı” olarak tanımlaması ve “temizlikten” söz etmesiyle daha da büyümüştü.
Bu defaki hadisenin ondan farkı olay anını gösteren bir video görüntüsünün olması, bir de 2005’te sms’le organize olan gençler şimdi sosyal medya ağlarında iletişim kuruyorlar. Zaten devlet onları fiziki olarak da yan yana koymuş, nüfuslarının çoğunluğu Kuzey Afrika ve Afrika asıllı insanlardan oluşan Paris banliyölerinin 40 yıldır tartışılsa da son derece homojen bir sosyolojisi var. Sadece banliyölerde de değil üstelik, siyasette, çalışma hayatında, ekonomik sistemde herkes yerli yerinde! 1959’da Cezayir henüz Fransız sömürgesiyken De Gaulle, milletvekili Alain Peyrefitte’e bu mevzuda konuşurken daima var olacak farkı izah etmek için bir metafor kullanmıştı: “Sirke ve zeytinyağını ne kadar karıştırırsanız karıştırın, bir süre sonra her ikisi de yeniden ayrı düşer”. Neden, çünkü “Fransızlar, her şeyden önce beyaz ırktan, Grek ve Latin kültüründen ve Hıristiyanlıktan gelen Avrupalı insanlar. Ya Müslümanlar? Türbanlarıyla, fesleriyle onları görüyorsunuz işte! Onlar elbette Fransız değiller”! Onların bugün çoğu fesli, türbanlı ya da başörtülü olmasa da madden ve manen izole edilmişler. Zadig Dergisi’nde yayınlanan bir araştırmaya göre devlet bu bölgelere “sakin sayısına göre başka yerlerden dört kat daha az kaynak” veriyor. Bu bölgelerde yaşayanların cv’sinde adres göründüğünde fazladan adı Muhammed, Ali, Ayşe olanların iş bulmasının hiç de kolay olmadığı, bu gençlerin ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar pek çok büyük şirketin önünden dahi geçemeyeceğini bütün Fransa biliyor. Ayrıca 2002’de tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalan aşırı sağ parti şimdi Elysee’nin önünde Macron’un görev süresinin bitmesini bekliyor. Merkez sol ve sağ da aşırı sağcı söylemlere meşruiyet kazandıracak bir siyaset diline geçerken, Macron ilk döneminde Avrupa Kıtasının en İslamofobik yasal düzenlemelerini yaptı ve Müslüman asıllı Fransızlar sabah akşam parmakla gösterilen bir azınlığa dönüştü. Aşırı sağcılar fazladan onları “işgalci” diye etiketlerken Renaud Camus gibi büyük ırkçı teorisyenleri ise “Bizi sömürgeleştirecekler” demeye kadar vardırıyorlar kara propagandalarını.
Şehrin 40 yıldır tartışılan yapısı, Müslüman düşmanlığı, ayrımcılık, ırkçılık, geldikleri toprağın Fransız sömürgesi olması, madden manen soyulmaları, işte bütün bunlara ve bütün o tarihi bagaja ve bugün de var olan türlü türlü mağduriyet ve haksızlıklara rağmen 7-8 milyonu bulan sessiz bir nüfus Müslüman asıllı Fransızlar. Şiddete hiç bulaşmayan, sistemin etrafına ördüğü duvarlarla mücadele ederek hayata tutunan milyonlarca insan var Fransa’da. O kadar ki bu insanlar bir anda ülkeyi terk etmeye kalksa Fransa’da hastaneler, PTT, metro ve tren şirketi RATP çöker, bütün sistem paralize olur.