Artan göç, ırkçılığa varan göçmen karşıtlığı ve tırmanan şiddet olayları yeni ortaya çıkmış bir sarmal değil. 1906 yılı sonbaharında ABD’nin Georgia eyaletinin başkenti Atlanta şehri bir haberle sarsıldı. İddialara göre dört beyaz kadın, kimliği belirsiz siyahi adamların tecavüzüne uğramıştı. Atlanta hızla büyümesine rağmen iç savaşın yaralarını halen saramamış, şehir aldığı göçlerle büyürken şehirdeki siyahilerin sayısı dört katına çıkmış, hızla artan siyahi nüfus beyaz adamı tedirgin etmişti. Nitekim şehirde hızla yayılan tecavüz iddiaları siyahilere karşı bir süredir birikmekte olan öfke ve korkuyu eylemsel boyuta taşıdı ve şehir genelinde siyahileri hedef alan bir saldırı dalgası başladı. Resmi rakamlar olaylarda 25 siyahinin hayatını kaybettiğini kayda geçse de bugün gerçek rakamın daha yüksek olduğu düşünülüyor. Zaten çok değil, 9 yıl sonra kısaca Klan olarak bilinen ırkçı Ku Klux Klan hareketi uykudan uyanarak ikinci ve en büyük şiddet dalgasını Atlanta’da başlatacaktı. Chicago gibi siyahi göçü alan başka Amerikan şehirlerinde de benzer olaylar yaşandı ve çıkan olaylarda onlarca siyahi linç edildi.
Amerikan tarihi kâh siyahilere karşı girişilen organize linç eylemleriyle, kâh siyahilerin tepkisel başkaldırılarıyla bugüne değin bu mecrasında sürmekte. 1968’deki MLK suikasti sonrasında 128 şehirde birden başlatılan gösteri ve ayaklanmalarda onlarca kişi ölmüş, binlerce kişi yaralanmış, on binlerce kişi tutuklanmıştı. 2020 yılında George Floyd’un polis tarafından boğazına dizle bastırılmak suretiyle nefessiz kalarak öldürülmesi sonrasında başlayan gösteriler de kısa sürede ülke sathında şiddet eylemlerine dönüşmüş, olaylarda 25 kişi ölürken 14 bin tutuklama gerçekleştirilmişti. Nitekim Fransa’da geçen Salı günü 17 yaşında Cezayir asıllı bir gencin polis tarafından aracının içinde vurularak öldürüldüğü görüntüler bu ayaklanma dalgasının Batı’daki en son örneğini başlattı. Geçen bir haftada gösteriler yağmadan kundaklamaya kadar pek çok şiddet eylemini barındırarak Marsilya’dan Lille’e kadar yayılmış durumda.
Irkçı saldırılar ile göçmen ve etnik azınlık isyanları Avrupa için ne yeni bir vaka ne de tarihin tozlu sayfalarında unutulacak denli eski. 2005 yılında polisten kaçarken hayatını kaybeden iki göçmen çocuğun ardından Paris üç haftalık bir isyan dönemine girmiş, 25 bin kişinin katıldığı tahmin edilen ayaklanmalarda bugünkü görüntüleri andıran bir şekilde Paris banliyöleri alevler içinde kalmıştı. Aynı sene İngiltere de etnik fay hatlarının aktifleşmesine tanık olmuş, bu sefer Karayip asıllı siyahi göçmenlerle Pakistan asıllı göçmenler arasında yine halen netleştirilememiş bir tecavüz iddiasıyla başlayan olaylar iki ölümle sonuçlanmıştı. Bir yıl sonra Brüksel’de Fas asıllı bir genç gözaltında şüpheli bir şekilde hayatını kaybetmiş, bu şüpheli ölüm özellikle Magrep asıllı göçmenlerin başını çektiği bir ayaklanmanın fitilini ateşlemişti. 2000 ve 2010’lu yıllar Avrupa’da benzer pek çok ayaklanmaya sahne oldu. Ancak bu ayaklanmaları Avrupa için daha da endişe kaynağı kılan gelişme Avrupa’ya Afrika ve Asya’dan gelen göçün 2010’lu yılarda hız kazanması oldu. Bir yandan küresel ısınma dolayısıyla kuraklık çeken yurtlarından çıkan insanlar, bir yandan savaşlardan, savaş lordlarından, soykırım ve işkenceci despot yönetimlerden kaçan insanlar kendilerini Akdeniz’in sularına bırakarak Avrupa kıyılarına çıkabilmeyi umdular. Avrupa’da “beyaz adam”ın demografik oranı düşerken bir yandan göçmenlerin fazla çocuk yapması bir yandan da devam eden göç dalgası kıtada yabancı düşmanlığını hem kültürel hem de ekonomik gerekçelerle güçlendirmeye devam ediyor. Aşırı sağ olarak tabir edilen yabancı düşmanı partiler artık hemen her Avrupa ülkesinde birinci parti değilse bile ilk üç parti arasında.
Artan düzensiz göç sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de de geniş kesimlerce bir endişe kaynağı. Göçmenlerin suç oranlarını artırdığı, halk sağlığını tehlikeye attığı, yerleşik kültürü yozlaştırdığı, ekonomik sorunlara yol açtığı, ileride iç savaş çıkarabilecek boyutlara ulaşabileceği iddiaları sadece Batı dünyasında değil Türkiye’de de siyasi kampanyaların merkezinde yer bulabiliyor ve geniş kesimleri etkileyebiliyor. Bu iddiaların büyük kısmı fabrikasyon haberler ve dedikodulara, bazen de doğrudan uydurma istatistiklere dayalı algı operasyonlarına dayansa da düzensiz göçmen karşıtlığını yabancı karşıtlığına, onu da ırkçılığa indirgemek, olayı karikatürize etmekten öteye gitmiyor. Düzensiz göçün ırkçılığı yükselttiği aşikâr ama her düzensiz göç karşıtı da ırkçı değil, en azından henüz değil. Bu konuda pek çok Avrupa ülkesinde yaşandığı gibi ırkçı ve İslamofobik partilere teslim olmakla toplumdaki yaygın bir rahatsızlığı ırkçılığa indirgeyip görmezden gelmek arasında makul bir orta nokta bulmak gerekmekte.
Zidane’dan Benzema’ya, Mbappe’ye kadar futbolunu göçmen çocuklarının ayakta tuttuğu, Isabelle Adjani’den Omar Sy’a pek çok göçmen ve azınlık çocuğunun sinemasına damga vurduğu, Edith Piaf’tan İndila’ya en popüler şarkılarını göçmenlere ve göçmen çocuklarına borçlu Fransa, ulusal gururunu okşayan bu bireysel başarı hikayelerinden bir entegrasyon başarısı çıkaramadı. Yıllarca göç konusunda transit ülke olarak bilinen Türkiye için kitlesel bir göçün nihai adresi olmak imparatorluk bakıyesi Balkan ve Kafkas göçlerini bir yana bırakırsak oldukça yeni bir durum. Bugün Türkiye’ye gelen düzensiz göçmenlerin bir kısmı halen daha Türkiye’yi geçiş rotalarında bir durak olarak görürken buraya gelmiş, burada evlenmiş, iş kurmuş, aile kurmuş göçmenler ve onların anavatanlarını hiç görmemiş, bizler kadar iyi Türkçe konuşabilen çocukları da artık bu ülkede yaşıyor. Göçmenler konusunda hepsi geri dönecek söylemi de hepsi burada kalacak söylemi de gerçeği yansıtmıyor. Bir kısım göçmen Batı ülkelerine geçecek, bir kısmı ülkelerine geri dönecek. Özellikle Türkiye’nin Suriye’de kurduğu ve yaşanılır kıldığı güvenli bölgeler sayesinde geri dönen yüz binlerce insan somut bir vakıa. Ancak artık dönecek bir ailesi olmayan, evi yurdu kalmamış bir grup da var ki onların mühim bir kısmı burada kalacak. İktidara kim gelirse gelsin, ister Zafer Turizm otobüslerine doldursun ister mancınıkla atsın, kitlesel göç mücadele edilebilen, olumsuz etkileri kontrol altına alınabilen ama sıfırlanamayan bir vakıa, hele de Türkiye gibi antik zamanlardan bugüne göç rotasında olmuş, doğu ve güney sınırlarında siyasi, askeri, ekonomik ve doğal felaket eksik olmayan bir ülke için düzensiz göç 21. yüzyılın bir gerçeği olmaya devam edecek.
Evet bir kısmı geçip gidecek, bir kısmı ülkelerine geri dönecek ama bir kısmı burada kalacak ve onlarla beraber yaşamayı öğreneceğiz. Öğrenemez ve öğretemezsek işte asıl o zaman Fransa’da yaşananlardan endişe etmemiz gerekecek. Göçmenlerin içinden ülkeye değer katan sporcular, sanatçılar, bilim insanları, iş insanları çıkaracak, bu örnekleri istisnai hikayeler değil, başarılı bir entegrasyon politikasının sonucu kılmaya çalışacağız. Burada doğmuş, burada okula gitmiş, burada evlenmiş, yeni bir hayat kurmuş bir göçmen neslimiz olacak, oluyor da. Burada Avrupa’nın hatasını tekrarlayıp düzensiz göçmenleri ortadan kaldırılması gereken bir haşere gibi görmek insani olmadığı gibi gerçekçi de değil. Bize göçmenleri gerekirse mancınıkla yollayacağız diyenler sadece boğazına kadar ırkçılığa batmıyor, yalan da söylüyorlar. Bu ırkçı ve yalancı dil Fransa’ya, Belçika’ya, İsveç’e fayda getirmedi, bize de getirmeyecek.
Düzensiz göçün taşıdığı risklerin farkında olup, sınır güvenliğine dikkat etmekle beraber bizler geçen hafta Yunanistan’ın yaptığı gibi 600 kişilik göçmen gemisini açık denizlere itip 500 kişinin Akdeniz’de boğulmasını izleyebilecek bir canavarlığa hazır değiliz, olmayacağız da.
Hırçın dalgalarda gözden kaybolan, dondurucu soğukta dağları yayan aşmaya çalışan, Avrupa sınırlarında dövülüp, soyulup, çırılçıplak bir halde sınırdan geri itilen kitleleri ne denizler ve dağlar ne de insanlık dışı güvenlik önlemleri vazgeçirmeye yetiyor. Her şeye rağmen Avrupa’nın en batısına kadar devam eden bir göç akını var. Türkiye’nin Suriye’de yapmaya çabaladığı gibi sorunu kaynağında çözmeye çalışan ikinci bir örnek de olmayınca bu hikayeye mutlu bir son yazmak kolay değil.
Bu süreçte Avrupa’nın “öteki”ni haşere konumuna indirgeyen ırkçılığı da ulusal kimlik ve değerlerin önemini yok sayan Pollyannacı çokkültürcülüğü de çözüm üretemedi ve bu iki birbirine zıt projenin ucu göçmen gettolarında buluştu. Küresel kuzeye doğru devam eden düzensiz göç dalgası öngörülebilir gelecekte devam edecek ve bizler bu dalgayı düzensiz göçün doğuracağını iddia ettiği tüm sorunlara bilakis kendi odun taşıyan ırkçı körlükle temenniden öte çözüm sunamayan ultra-liberal körlük uçları arasında kalmadan yönetebilmeyi öğreneceğiz, öğrenmek zorundayız. Bu konudaki en büyük avantajlarımız arasında ise
ibret alacağımız acı ve yanlışlarla dolu bir Batı tecrübesinin gözümüzün önünde bir ders olarak durması;
bu yanlışların ilk halkası olan Batı’nın sömürgecilik sabıkasından beri olmamız,
Suriye’deki güvenli bölgelerde yaptığımız gibi sorunu kaynağında çözmek ve kalıcı dönüş için çabalayan rasyonel bir politikanın uygulamaya konması;
bu politikayı sürdürebilecek önemli bir devlet ve STK tecrübesine sahip olmamız, ve son olarak;
onca dezenformasyonla örülen ciddi bir siyasi kampanyaya rağmen ırkçılığın bizde Batı’da bulduğu gibi bir zemin bulamaması sayılabilir.
[Doç. Dr. Hüseyin Alptekin, TAV Mütevelli Heyeti Üyesidir.]