Türkiye siyasetinin bugününü anlayabilmek için birkaç şeyi iyi bilmek gerekiyor. İlki şüphesiz Osmanlı-Türk modernleşme tarihi. Aktörler, süreçler, dönüm noktaları. Bir diğeri yine bununla ilişkili olarak İttihat ve Terakki dönemi. Bir başkası darbeler tarihimiz. Ve tabii CHF-CHP.
Elbette başka başlıklar da çıkartabiliriz ancak zaten birbiriyle ilişkili olan bu başlıklar gibi, yapacağımız tüm eklemeleri, mevcudun içinde de ele alabiliriz. Ve topuna birden Türk modernleşmesinin marazları da diyebiliriz. Yanlış iliklenen ilk düğme misali…
Biz bu yazıda elimizden geldiğince CHP’nin bugününü anlamak adına CHP’nin derin tarihine bakmaya çalışacağız. Derin derken, gizli kapaklı bir şeyden bahsetmiyoruz. İzlediğimiz, okuduğumuz CHP. Atatürk’ün Anadolu-Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri üzerine inşa ettiği Halk Partisi’nden bugüne, Ekrem İmamoğlu’nun başına geçebileceği düşünülen CHP’ye…
Devamlılıklar ve değişimler çerçevesinde bir değerlendirme bu sadece…
Artık başlayabiliriz, asla bir aydınlanma vadetmeyen, kendi çapında bir anlama ve anladığını kendine yeniden anlatma çabası olan bu yazıya….
Bir olguyu ya da kişiyi süreç içinde anlamaya çalışırken bakmamız gereken iki temel bağlam var, ilki devam eden ve değişen kavram ve tutum ve davranışları tespit etmek. Diğeri ise bunların hangi dışsal değişim ve etkilerle birlikte meydana geldiğini tespit edebilmek. Bu perspektif en başta bize anakronik olmamayı temin eder ve çok önemli olduğunu düşündüğüm bir konuyu, geçmişteki yapıp ettikleri üzerinden siyasi aktörlere gereğinden fazla yüklenmemeyi.
Bu hatırlatmayı da yaparak başlamakta fayda var, zira söz konusu CHP olunca ne söylerseniz söyleyin objektif olmamakla ve ideolojik bir karşıtlık içinden konuşmakla suçlanabiliyorsunuz. Sorun değil, suçlanalım, ama biz yine de örneğin CHP Tek Parti döneminin Avrupa’da faşizmin kol gezdiği bir zamana tekabül ettiğini hatırlatalım. Ya da benzer şekilde çok partili hayata geçisin Recep Pekerler, İsmet İnönüler Türkiye’yi bir an evvel demokrasiye geçirmek istedikleri için değil 2. Dünya Savaşı sonunda kurulan yeni düzene ayak uydurmak adına olduğunu söyleyelim.
Her ne için olursa olsun zaman ve bağlamdan bağımsız bir okuma ve anlama mümkün değil.
CHP ile ilgili önemli bir veri; 1950’de iktidarı Demokrat Parti’ye bıraktıktan sonra bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi. 1977’de Bülent Ecevit yüzde 41 oy alarak Türkiye’nin en çok oy alan partisi olmayı başardığında bile tek başına hükümet kuramadı. Bu yükseklikte bir oy oranı hatta daha düşüğü Meclis’in çok parçalı olmadığı durumlarda tek başına hükümet kurmaya yetebilirdi ama o günkü koşullarda buna imkan vermedi.
Ama bu başarı CHP tarihinde ve solda önemli bir referans noktası oldu. CHP’nin bir gün yeniden iktidar olabileceğine dair belki de tek kerteriz noktası.
Dönelim başa, ilk düğmeye…
CHP’nin atası olan Halk Fırkası, Atatürk tarafından 9 Eylül 1923’te kuruldu. Kuruluş Nizamnamesinde partinin görevi ve amacı “Ulusal egemenliğin halk tarafından halk için gerçekleştirilmesine öncülük etmek” şeklinde tarif ediliyor. 10 Kasım 1924’te adının başına Cumhuriyet ibaresi ekleniyor, 20 Kasım 1924’te ise partinin Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin misyonunu üstlendiği ifade ediliyor. Kurucusu, kuruluşu, kadroları ve misyonu itibariyle, CHP bir siyasi partiden çok politbüroyu andırıyordu. Kurulduğu zaman ve mahiyeti yönüyle saltanattan demokrasiye geçişi değil partili demokrasiden geri gidişi ifade ediyordu.
Kurtuluş Savaşı’nın verildiği yıllarda Mustafa Kemal’in tüm yurtta oluşturduğu seferberlik, ilk Meclis’ten ikinci Meclis’e geçiş, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin tasfiyesi ve partide “Her şeyimizle Batılılaşmalıyız” diyenlerin öne çıkmasıyla birlikte “yeni bir toplum yaratma” idealinin merkezi haline gelmiştir.
Bu misyon CHP’nin kendisini, toplumun önünde, toplumu iyi ve güzele taşıyacak, toplum buna direnç gösterdiğinde ise toplumu tedip edecek rolde görmesine yol açmıştır. Dolayısıyla CHP, değişimci ve statükocu ikili bir yapıda kurumsallaşmıştır. Duruma ve zamana göre bu özelliklerinden biri öne çıkmıştır.
CHP’yi dönemselleştirirken yakın tarihimizde yaşanan darbeleri ya da Kıbrıs Harekatı gibi önemli dış politika gelişmelerini, ya da AK Parti gibi güçlü bir sağ partinin uzun iktidar dönemini sürmesini referans alabiliriz. Aynı zamanda genel başkanları üzerinden de CHP’deki değişimi ele almak mümkün. Nitekim İnönü, Ecevit, Baykal ve Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlıkları dışarıda ve içeride önemli siyasi gelişmelerle birlikte söz konusu olmuştur.
Yazının bundan sonraki kısmında takip edeceğim bu dönemselleştirme, bugün CHP’nin nasıl bir değişimin eşiğinde olduğuna dair de bazı çıkarımlar yapmayı hedeflemektedir.
CHP ilk değişim sancısını çok partili hayata geçme zorunluluğu hissettiğinde yaşamıştır. 1947’de İsmet İnönü yayınladığı “12 Temmuz Bildirisi”yle hem bu sürece CHP’yi adapte etmeye hem de kendini değişimin aktörü olarak göstermeye çalışmıştır.
Bildiri aynı zamanda sertlik yanlısı Recep Peker’e karşı daha ılımlı bir profil çizen İnönü karşıtlığı olarak da okunuyor, böylece CHP içindeki farklı sesler ortaya çıkıyordu.
CHP’ tarihi içinde bir başka önemli belge de artık muhalefette olduğu 1959’da,14. Kurultayda ilan edilen İlk Hedefler Beyannamesi’dir. 1924 Anayasasının parlamento çoğunluğuna verdiği haklara karşı bir itiraz niteliğinde olan bu belge, ifade hürriyeti, toplanma hakkı, üniversite özerkliği gibi maddeler içeriyordu ve iktidar partisini anayasaya aykırı kanunlar yapmakla suçluyordu.
CHP’nin Demokrat Parti’ye karşı yönelttiği itirazların tamamı aslında tek parti döneminde kendisinin sorgulanmaksızın yaptığı icraatlarla ilgiliydi. İlk Hedefler Beyannamesi bugün Türkiye’de sol kesimin hala darbe demek istemediği 27 darbesinin ardından yapılan 1961 Anayasası’nda kendine yer bulmuştur. Değişim ve statüko ikiliği bu örnekte de görüleceği gibi CHP için duruma göre, ihtiyacına göre öne çıkan bir özellik olmuştur.
61 Anayasası’nın sol örgütlenmeye imkan tanıdığı, tüm dünyada solun yükselişe geçtiği bir dönemde 1966’da İnönü CHP’yi “ortanın solu”nda konumlandığını ifade etti. CHP bu tarihten sonra sol kulvarda, sol politikalara konjonktür ayarı yapmak suretiyle ‘demokratik sol’, ‘sosyal demokrat’ gibi kavramlarla kendini tanımlamayı tercih etti.
Bülent Ecevitli yıllar ise “demokratik sol” açılımıyla başladı. Halkçı söylemler ve tabii ki Kıbrıs Barış Harekatı CHP’yi 1977’de en yüksek oy alan parti konumuna getirdi. Daha sonra Ecevit’in Kıbrıs Harekatı sol değil bilakis sağ siyasetin bu sonucu olarak değerlendirildi. Zira harekat kararının alınmasında koalisyon ortağı Necmettin Erbakan’ın daha etkili olduğu söylendi.
“Kara Oğlan” imajı, CHP’nin tek parti politikaları dolayısıyla halk üzerinde kurduğu dini kimliği geriletme ve etnik kimliği tek tipleştirme baskısını unutturmaya yetmedi.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra tüm siyasi partiler kapatıldı. Siyasi partilerin kendi adlarıyla yeniden kurulduğu 1992’den sonra CHP bir daha iktidara gelemedi.
1995’te CHP’nin başına gelen Deniz Baykal ise Ecevit’ten farklı bir çizgi takip etti. CHP’nin statükocu yüzünü temsil eden Baykal’ın CHP’yi halkla buluşturma çabası, göstermelik vitrin isimlerle sınırlı kaldı. Oysa 28 Şubat darbesi ve laiklik üzerinden oluşturulan irtica söylemleri Ecevit DSP’si ile özdeşleşmişken Baykal CHP’yi daha halkçı bir yere taşıyabilirdi.
2002’de CHP yüzde 19 oyla Meclis’e girdi. AK Parti iktidarında Baykal CHP’ye rejimi koruma misyonu biçti. Bu Baykal’ın kendi genel başkanlığına yöneltilen eleştirileri bertaraf etme biçimiydi aynı zamanda. CHP’yi tek sesli bir yapıya sokmakla hatta tek parti dönemine götürmekle suçlanıyordu ama Baykal’a göre CHP Türkiye’nin laik kalma teminatı olarak önemli bir misyon görüyordu.
CHP’nin toplumsal yapıyı okuyamadığına, etnik ve dini tek tipçiliğin CHP’de tıkanmaya yol açtığına, dindarların, Kürtlerin hatta Alevileri dışlayan ulusalcı bir sahil partisi olduğuna ve Baykal’ın CHP’yi kendisi için dikensiz gül bahçesine çevirdiğine dair eleştiriler giderek yükselirken 2010 Mayıs’ında, TBMM’de 12 Eylül Anayasası’na dair en kapsamlı değişim paketi Meclis’te oylanırken Deniz Baykal’ı genel başkanlıktan götüren kaset kumpası devreye sokuldu.
Kuşkusuz hiçbir şey tesadüf değildi. O tarihten sonra CHP kendi tarihi seyri içindeki en ciddi değişim sürecine girdi. Tabii ki değişmeyen pek çok şeyle birlikte…
Deniz Baykal’ın İstanbul Belediye Başkanı adayı olarak farklı bir profil çizen, koltuğunun altına aldığı dosyalarla televizyon ekranlarında parlatılan Tuncelili Kemal Kılıçdaroğlu olağanüstü kurultayla CHP Genel Başkanı oldu. Deniz Baykal’dan farklı olarak laiklik vurgusu yapmıyor ve hatta CHP’yi bu yönüyle eleştiriyordu. İnançlara saygılı özgürlükçü bir laiklikten bahsediyor, etnik kimlik, inanç ve yaşam tarzı üzerinden siyaset yapılmayacağını söylüyordu.
İstanbul’u CHP’ye kazandıramamıştı ama CHP’nin başına geçmeyi başardı. Ana akım medya dahil belli bir kesimin desteğini aldı. Ancak CHP’de değişim o kadar da kolay değildi.
Bir bir ulusalcılar tasfiye edildi, gönderildi, gitmek zorunda bırakıldılar.
Kılıçdaroğlu Baykal döneminde güçlü olan bazı isimlerce “CHP’yi Cemaate teslim etmekle” suçlandı.
Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geldiği tarih tam da Fettullahçıların devlet içindeki gizli güçleriyle siyasete ayar vermeye, iktidarı yönetmek arzularını açık etmeye başladıkları tarihti.
Deniz Baykal’a yapılan kaset kumpası da daha sonra net olarak anlaşılacağı üzere emniyet içinde güçlü bir yapıya sahip olan Fetullahçıları akla getirdi.
Kılıçdaroğlu ile birlikte CHP’deki değişimi izlemek için bakabileceğimiz yerlerden birisinin FETÖ yapılanması ve CHP’nin bu yapının ürettiği argümanları muhalefetinin merkezine oturmasıdır.
Bu eşleşme yeni CHP’nin istikametinde belirleyici oldu.
Bir başkası; iktidar partisi Türkiye’nin dış politikasında bağımsız davranma eğilimi gösterdikçe CHP daha liberal söylemler üzerinden Türkiye’yi Batı’ya şikayet eder bir konumda kaldı.
Yine CHP’deki son değişimin billurlaştığı alanlardan biri de Kürt meselesi ve PKK konularında oldu.
Kemal Kılıçdaroğlu CHP’yi statükocu kimliğinden uzaklaştırıp daha demokrat ve toplumun değerleriyle barışık hale getirme vaadiyle yola çıkarken sosyal demokrat söylemi yükseltmeden popülist bir dil tutturdu.
Adalet, eşitlik, yoksulun hakkı, ifade özgürlüğü gibi kavramlarla AK Parti hükümetlerini statükoculukla suçlayan, halkın CHP’ye bakışını AK Parti’ye yansıtan bir muhalefet söylemi tutturdu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karizması ve güçlü iktidarını bir bakıma CHP’nin güç temerküzü için kaldıraç olarak kullandı.
Bu süreçte Suriye’deki iç savaş ve Koalisyon Güçleri’nin Suriye’nin kuzeyinde bir PKK devleti kurma projesine razı gelmek suretiyle PKK’nın siyasi temsilcileriyle birlikte hareket etmeye başladı.
2016’daki hükümet sistemi değişikliği de CHP’ye ittifak modelini denemek için meşru ve elverişli bir ortam sağladı.
CHP’nin başını çektiği ittifak bu stratejiyle, -vaktiyle Kılıçdaroğlu’nun kazanamadığı İstanbul Belediye Başkanlığını, Ekrem İmamoğlu’na kazandırdı.
Tüm itirazlara rağmen Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisinin aday olduğu 2023 seçimlerinde aynı strateji aynı sonucu doğurmadı.
Şu günlerde Kılıçdaroğlu tıpkı bir zamanlar Deniz Baykal’a yöneltilen eleştirilerin aynısına muhatap ediliyor. Koltuğu terk etmediği, partiyi tek sesli hale getirdiği, kendisini desteklemeyen herkesi tasfiye ettiği söylenerek eleştiriliyor.
Deniz Baykal’ın İstanbul için gösterdiği ya da göstermek zorunda kaldığı bir belediye başkanı adayı iken CHP’ye genel başkan olmuşu. CHP’lilerin deyimiyle Atatürk’ün koltuğuna oturmuştu. Şimdi İBB’yi kazanmış bir belediye başkanı olan İmamoğlu’nun meydan okumasına muhatap oluyor.
Atatürk’ün koltuğuna acaba kim oturacak?
Doğrusu ben şu aşamada CHP’de bir koltuk değişimi yaşanacağını zannetmiyorum. Zaten değişimin yolları kapatıldı. Tıpkı 2008’de Deniz Baykal’ın olağan yollarla yani kurultayla değişimi imkansız hale getirmesi gibi bugün de CHP’de Kılıçdaroğlu’na rağmen bir değişim olmayacağı ifade ediliyor. Yine Baykal’ın başına gelen gibi siyaset dışı müdahaleler söz konusu olmazsa tabii.
Ama ben Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi getirdiği yerin -CHP tarihiyle karşılaştırıldığında- başarısızlık olarak okunmasının haksızlık olduğunu düşünüyorum.
Erdoğan karşıtlığını, “ittifakın tutkalı” haline getirmenin de CHP’yi hiç olmadığı kadar aktörleştirdiği düşünülebilir.
Kılıçdaroğlu seçimi kazansaydı bugün belki CHP içindeki tartışmaları değil de ittifak unsurları arasındaki paylaşım kavgasını seyrediyor olacaktık. Ve çok muhtemel bir erken seçimde CHP dahil herkes dibi boylayacaktı. Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin oyunu yükseltemedi, evet. Ama 1973-77’yi istisna tutarsak CHP’nin daha fazla oy alması genel başkanla değil CHP’nin tabelasıyla ilgili bir sorun.
Kılıçdaroğlu’na dair en ciddi eleştiri, seçimi kazanamaması değil bence, CHP’yi bir mezhep partisi haline getirdiği iddiası. Bunu söyleyenler kazanması halinde partinin büsbütün mezhep partisi olacağını da düşündüler mi acaba bilmiyorum. İmamoğlu tayfasının zaman zaman Kılıçdaroğlu Alevi kimliği üzerinden zayıflatmaya çalıştığı da gözlemleniyordu.
CHP’de belki yerel seçimlerden önce değil ama çok da uzak olmayan bir tarihte genel başkan değişimi yaşanacak. Kimin başa geleceği meselesine -kimler bu işe soyunmuşsa artık- karar vermek için daha erken.
Zira başına kimin geleceği CHP’nin nereye dümen kıracağını da gösterecek. Bunun için de CHP’yi takip eden ve CHP üzerinden Türkiye ile ilgilenenler yeni hükümeti biraz izlemek isteyeceklerdir.