Madalyonun İki Yüzü

Sanatın toplum üzerindeki etkisi asırlardır bilinse de modern zamanın gücü ve çıkmazı haline gelir. Sanatın ne olduğu ile beraber sanatçının kim olduğu ya da olmadığı tartışması meseleyi çıkmaza sürükler. Öyle de olması gerekir. Zira değişen ve dönüşen zamana göre sanatın etkisi değişmekle beraber fonksiyonu da farklılık arz eder. Özellikle iletişim araçlarının çeşitlenmesi, teknolojinin gelişimi ile birlikte sanat üretiminin halka inmesi durumu ilginç hale getirir. Mesela sinema, başlarda sadece kapitali bulabilenin ya da stüdyo sahiplerinin (Hollywood etkisi ile oluşan büyük firmalar stüdyo olarak adlandırılır) tekelindedir. Hollywood’un endüstriyi tekeline alması ile birlikte Rus sinemacılar başta olmak üzere, dünyanın her yerinden itirazlar gelir. Sinema yapmanın tekelle kısıtlı olamayacağı söylenir. Rus Biçimciler, İspanyol Sürrealistler, Alman Dışavurumcular, İtalyan Yeni Gerçekçiler ve Fransız Yeni Dalgacılar sıraya girer ve film yapmanın ‘öyle bir şey olmadığı’ dillendirilir. Fransız Yeni Dalga’nın sloganı “Herkes film yapabilir, kameranı al sokağa çık” idi. Diğerleri de bunu destekler. Öyle de olur. 1930’lardan sonra özellikle de 1950’lerle birlikte sinema kapitalin tekelinden çıkmaya başlar. Her 10 yılda bir yaşanan gelişimler sonrası sinemacının hayata ve üretime bakış açısı değişir. Haliyle toplum üzerindeki etki de dönüşür.

Sinemanın popüler kültürün ve daha çok tüketim pazarının önemli araçlarından biri haline gelmesi sonrası bu konu daha da derinleşir. ‘Yıldız Sineması’ denen şey Hollywood merkezli şekilde dünyaya yayılır. Her ülkenin merkez sineması ‘mini Hollywood’ olur. Filmler, yıldız oyuncularla anılır. Buna karşılık bağımsız sinema yönetmenin hakkını savunur. Haliyle sinemada iki ana aks oluşur. 21. Yüzyıl’da geldiğimiz noktada her tür sinemadan bahsetmekle birlikte bu iki ana damar üzerinden değerlendirme yapmak gerekir. Ticari filmler yıldızlarıyla anılıp gücünü böyle gösterirken, bağımsız sinema ise yönetmen etkisi ile kendini var eder.

Asırlık Sinemamız Sürekli Sekteye Uğradı

Türkiye’de sanatın ve sinemanın gelişimi son 2 asırda çok kez sekteye uğrar. Osmanlı’nın yıkılması, Cumhuriyet’in kurulumu sonrası sosyolojik tercih ve topluma uygulanma biçimi, 1960, 1970 ve 1980 darbeleri, televizyonun etkisi, sosyal olaylar, 2000 sonrası yeni ekonomik durum ve AK Parti iktidarı ile birlikte girilen yol sinemada geri dönülmez etkiler oluşturur. 2002 sonrası etkiyi çoğunlukla olumlu başlıklarla ele alabilirken, öncesindeki olaylar hep olumsuz yansır. 2000’lerin başında ülkemizde çekilen film sayısı 10’u zor bulurken, 2018’de bu sayı 170’i bulur. Ticari sinema akıl almaz hızla gelişir. Televizyonun da etkisiyle yıldız oyuncular toplumun kanaat önderleri haline gelir. Çünkü etkileri geniştir. Çok sevilen/bilinen oyuncuların sözleri ya da tavırları kanaat olarak kabul edilir. Kıyafetleri modayı belirler.

Bağımsız sinemada ise yönetmenler ve dünya festivallerinde aldıkları ödüller eliyle etkileri söz konusudur. Mesela Nuri Bilge Ceylan, 2000 sonrası sinemamızın en önemli ismi olarak anılır. Türkiye’deki herhangi bir meseleye dair yorumu dünyada gündem oluşturur (kendisi bu konulara açıktan girmez). Ceylan’ın etkisi uluslararası boyuttayken yıldız oyuncuların sesi içeride yankı bulur. Kıvanç Tatlıtuğ, Halit Ergenç, Haluk Bilginer, Demet Akbağ’ın herhangi bir konudaki tavrı gündemi belirler. Sanatın ve sanatçının etkisi budur. Son 10 yıla baktığımızda Gezi Kalkışması, 15 Temmuz Darbe Girişimi, Suriyeli mülteciler meselesi, ekonomik durum gibi başlıklarda yapılan sosyal medya paylaşımları geniş kitleleri etkiler. Sandıkta ne kadar karşılık bulduğu hususu ayrıca ele alınır. Zira Türkiye’de büyük şehirlerde böyle bir etkiden söz etmek mümkünken orta ve küçük şehirlerde sosyal medya etkisinin az olduğu gözlemlenir.

Muhalif Olmak mı, Muhalefeti Desteklemek Zorunda Kalmak mı?

Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden Başkan seçildiği son seçimde Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu sanat çevrelerinin ve özellikle oyuncuların açık desteğini aldı. Sandığa nispeten yansıdığı da ortada. Ancak Anadolu insanının değerlendirme kriterlerinin hala Batılı ülkelerdeki hale gelmediği seçim sonucundan okunabiliyor. Sanatçının siyasetle ne kadar ilgili olması konusu da çokça tartışılır. Her seçim dönemi ya da kritik konularda masamızda yer alan gündem başlığıdır. Sanatçının muhalif olması gerektiği ifade edilir. Lakin ne hikmetse bu sadece AK Parti iktidardayken söz konusudur. Ülkemizde ilginç şekilde AK Parti’yi destekleyen sanatçılar ‘yandaş’, muhalefeti destekleyenlerse sağduyulu olarak addedilir. Tabi ki bu kıstas da yine sanat otoriteleri (!) Tarafından yapılır. Mesela Zülfü Livaneli sahneden açıkça masal anlatarak Ekrem İmamoğlu’nu desteklese de ülkenin en önemli sanatçılarındandır. Fazıl Say gibi dünyaca kabul gören bir sanatçının sosyal medyanın da etkisiyle siyasi tavrının dillendirirken sergilediği tavır da garabet oluşturur. Onur Akın, Kemal Kılıçdaroğlu için şarkı yazsa da sanatçı kıymeti kaybolmaz. Ama Uğur Işılak, Erdoğan için şarkı yaptığından beri ‘yandaş’tır. Özer Özel, Erdoğan’ı desteklediğini açıkladığında sanat mahallesinden aforoz edilebilir.

Son olarak Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne filmindeki performansıyla dünyanın en önemli film festivali olan Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü alan Merve Dizdar’ın açıklamaları yine turnusol kâğıdı oldu. ‘Coğrafya’ vurgusu yaparak yaşadığı toplumu eleştiren Dizdar, malum çevrelerce alkışlandı. Oysa aynı kürsüden ülkesini ya da yönetimi övse tefe konup çalınırdı. Esasında Dizdar’ın söyledikleri bu kadar büyütülecek şeyler değildi. Ancak kısa konuşmasına merkezine ‘self oryantal’ tavır koyunca olay başka yere gitti. Sağduyulu bakıldığında sanatçının taraf olması kadar doğal bir şey olamaz. Zira sanat, doğası itibariyle politiktir. Politik olmayan sanatçı olamaz. Nüans ise dürüst olmakta sanırım. Dünya görüşü ne olursa olsun sanatçının görüş ifade etme haktır vardır. Hatta daha ötesi vazifesi budur. Sanatıyla da yapabilir bunu açıklamalarıyla da… Ancak sanat mahallesinin hoşuna gitmeyen yaklaşım gösterenlerin aforoza tabi tutulması kabul edilemez.

Çuvaldızı Kendimize Batıralım

Meselenin bir başka boyutu daha var…

Merve Dizdar’a Cannes’da öyle bir açıklama yapmasına kızıp ‘sanatçılar neden böyle’ demek haklı eleştiridir. Ancak neden o kürsülerde sağduyulu açıklama yapacak kişiler olmaz? Temel soru bu. İktidarı övmek değil, madalyonun diğer yüzü. Memleketiyle barışık olmak. Ülkesini, toprağını, insanını seven sanatçıların büyük başarı elde edip kürsülerden dünyaya seslenme ihtimali neden düşüktür? Bunun sadece ‘Batılılar öyle birine zaten ödül vermez’ diyerek açıklayamayız. Toprağı ile barışık olanların sanat mahallesinde barınmasının zor olduğunun altını çizmekle beraber, muhalif olma zarureti gibi bir çukurda debelenenlerin benzer tavrını tepkisel olarak kalmak ve ‘ille de ivmek’ şeklinde ortaya koymak temel sorun gibi.

Ezcümle…

Sanat, bütün zamanların değişmez gücü. İyileştirici olduğu kadar kışkırtıcı ve çatıştırıcı etkisi de vardır. Bu silahı elinde bulunduranların faşist yaklaşımı (hangi mahallede olursa olsun) temel sorunlardan biri. Diğer taraftan yaşadığı toprakla barışık, özeleştiri yaparken hassas davranacak sanatçıların azlığı da toplumun her ferdini ve yöneticileri ilgilendiren noktadır.

Başa dön tuşu