Ayasofya’nın Gölgesinde

Türkiye’de gün geçmiyor ki kültür siyaseti, kamu-devlet pedagojisi, siyasi tahayyül, sembolik zihniyet, güç münasebetleri, siyasal İslam, siyasi kültür konularında meydan okuyucu yeni bir yayın çıkmasın. Peki, bunlar hakkında analitik ve sağlam nitelemesinde bulunulabilir mi? Doğrusu bunu söylemek o kadar kolay değil. Hemen her biri, siyasi analizlere musallat olan güveleri izale için çok çaba harcayan Nur Vergin’in “parlamenter demokrasi efsanesi” dediği durumu doğrulamaya matuf bir siyasi istikamete sahip. Politik teolojiden habersiz görünen izahlar yönetimde merkezileşme ve demokrasiden uzaklaşma söylemini pekiştiren göstergeler mahiyetinde.

Söylemsel Manevralar

Bu çerçevede sembolik önemi çok büyük olan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi sürecinde sosyal teoriyi enine boyuna bilen muhaliflerin yaptığı analizler çoğunlukla muhataplarına tepeden bakan Avrupa merkezci bir mesafeyle kaleme alınmıştı. Yazdıklarına bakılırsa köşebentler, ima ve işarete tevessül etmeyecek şekilde ‘anti-otoriter’ duruşlarının altını çizdiler fakat esasen kendinden menkul otoritelerini kullanmayı bir türlü bırakmadılar. Şu hâlde bunlara genel hatlarıyla bakmak aynı zamanda yıllardır dilden düşürülmeyen ve âdeta hap gibi yutulan kavramların her yere taşındığını gösterecektir. Ayasofya’nın ibadete açılmasını öngören kararın altında yatan sebepleri açıklamak üzere, başvurulan “dindar-otoriter neoliberalizm” tekrarı üç aşağı beş yukarı müşterek beyanların esaslı bir unsuru hâline geldi. Güya söz konusu kavram, Batı ve İslam arasında varsayılan uyumluluğun yanında, kentsel yönetim, devletin yeniden yapılandırılmasını kapsayacak şekilde icat edilmiş. Buna ceffelkalem eklenen en yeni terkiplerden biri ise İsmail Tiryaki’nin Kültür Politikası Yıllık 2020-2021 Kentlerde Kültür Bugün ve Gelecek kitabında yer alan makalesinde ortaya koyduğu “Gramscileşmiş Foucault” yaklaşımı. Güya Cihan Tuğal’ın bir zamanlar sıkça tartışılan meşhur kitabından sonra, “pasif devrim” kavramı tekrar tedavüle sokulmuş, birbirini etkileyen toplumsal özne-yapı teşekküllerinin çok boyutlu olarak incelenmesi hedeflenmiş. Tabii ki en temelde Ercan Yıldırım’ın ifadesiyle Ayasofya’nın ihyasının son yıllarda “oluş”a geçmek için yaşanan en ciddi “olay”ların başında geldiği göz ardı edilmiş.

Hâliyle kültürel ekonomi politiğin, ontolojik, epistemolojik ve metodolojik tarzından hareketle yapılan analiz, ‘üretim ilişkilerinin maddi olmayan boyutlarıyla materyalist güç münasebetlerine çok yönlü bir anlam’ yüklüyor. Baş tacı edilen Gramsci’den el alarak evrenselci, pozitivist gerçeklik izahlarının tekrarını yapmama dolayısıyla ekonomik şablonculuğa düşmeme konusunda daha hassas davrandığını inanmamızı bekliyor. Ayrıca kültürel dönüş kapsamındaki eleştirel ekonomi politik ve söylem analizinde başvurulan araçları derleyerek bir kültürel sembolün siyasi fonksiyonunu anlamlandırma çabası güdülüyor. Şehirlerde kültürün bugününe ve geleceğine odaklanan bir yıllıkta yayımlanan metinde çoğu yerde dizginsiz şekilde kullanılan şöylesi müteselsil sebep-sonuç kabilinden açıklama birimleri de var: Neoliberalizm, neo-muhafazakârlık, 1980 askerî rejiminin yönettiği zihniyet, Türk-İslam sentezinin hegemonik rasyonaliteleri, yönetimin merkezileşmesi, siyasi kültürün ve kamusal alanın demokratikleşmeden uzaklaşması.

Ayasofya’nın ihyasını meşrulaştırmaya çalışan mevcut literatürün eleştirisine odaklanan makalenin teorik tasarımı Gramsci, Foucault ile sınırlı değil zira Bourdieu, Badiou, Arendt, Baudrillard, Jameson, Poulantzas gibi isimlerden yararlanarak görüşler işlerlik kazandırılmaya çalışılmış. Hâlbuki Bünyamin Bezci gibi “Egemen, olağanüstü hâle karar verendir” diyen Schmitt’e uğramayı düşünseydi çok daha bereketli yorumlar yapabilirdi. Öte yandan yazarın zikrettiği kuramcılar, metne bir analiz zenginliği de katmıyor, çünkü aralarındaki farklılıkları nazarı itibara almadan farklı düşünürlerin kavramlarının gelişigüzel kullanmış. Buna bir de fon olarak “Türkiye’de siyasal İslam” analizleri eklenince yazara göre işlem tamam oluyor. Piyasada giderek büyüyen teorik hepobur bir kitleyle karşı karşıya kalındığından pek tepki de çekmiyor böylesi çıkarımlar. Onlarca akademik metinde ‘tekrar ishaline’ dönüşen şu pasajdaki iki vurgu dikkate değerdir:
“Türkiye’de siyasal İslam’ı tamamlayan iki rasyonalite mevcuttur. Piyasa odaklı siyasi bir rasyonalite olarak neoliberalizm, matematiksel pozitivizme ilişkin sahte iddiaları ve ekonominin ikiyüzlü bir şekilde siyasetten arındırılması süreciyle birlikte demokratik siyasi kültürü geçersiz kılar.”

Akademik zırvalarla politik kibrin buluştuğu metnin girişi, sınıfsal analizle –‘bir kesimin çıkarları lehine kısa vadeli siyasi çıkarlar, geniş toplumsal çıkarlar aleyhine uzun vadeli sosyoekonomik maliyetlerle sonuçlanmaktadır’- kültürü bir arada ele alma iddiasını taşıyor. İktisadi ve söylemsel ögelerin hem birlikte inşasını hem de evrimi ortaya koymaya matuf şu ifade dikkat çekiyor hemen:
“Bu söylem değişimi, ‘dindar-otoriter neoliberalizmin’ bütüncül ve inzibati bir biçimde inşasını pekiştirmekle birlikte, makroekonomik koşulların bozulması ve COVID-19 pandemisi nedeniyle yönetimsel olarak siyasi konsolidasyonu kısa ömürlüdür.”

En genel anlamıyla böylesi izahlar takriben 2010 sonrasında Türkiye’deki siyasetin din ve devletin makul birlikteliğinden güç aldığını hesaba katmıyor. Muhafazakârlığı salt iktisatla izah eden dolayısıyla ilerici düşünce ve eylemi arkaik bulanlardan rahatsız bir öznenin kurduğu bu cümleler, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi konusundaki resmî söylemin Erdoğan tarafından tersine çevrilmesinden duyulan rahatsızlığın da göstergesi.

Siyasi Fayda, Çokkültürcülük ve Konsolidasyon

Yazarın en temelde Ayasofya odağında “üretim dünyasındaki konumu ve işlevi dolayısıyla tarihsel saygınlık ve özgüvene sahip egemen grubun toplumsal yaşama dayattığı sınır ve kurallara kendiliğinden rıza verilmesiyle oluşan” kültürel hegemonyadan hoşlanmadığı belli. Mabedin 1934’te müzeye dönüştürülmesinden sonra, yeniden camiye çevrilerek yürütülen çeşitli kampanyalara dair ise çok eksik bir resim çiziyor. Oysa Ayasofya imgesi inşa edilirken izlenen seyir aracılığıyla, dindar kimliğin yeniden yapılandırılıp konumlandırılması sürecinin anlaşılmasına yardımcı olabilirdi.

Danıştay’ın müzeye çevrilme kararını iptal etmesinin gerekçesi, Ayasofya’nın vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmet Han Vakfının mülkiyetinde olması ve vakfedilen taşınmazın vakıf senedindeki niteliğinin, kullanım amacının değiştirilemeyeceğidir. Buna mukabil makale yazarı, Erdoğan’ın meseleyi mücadeleci bir söylemle egemenlik zaviyesinden tanımlamasını ise bilindik “demokratik karar alma süreci”, “demokratik bağlılıktan kopuş” üzerinden eleştiriyor. Ne var ki böylesi dar bir bakış açısıyla ele alındığında, demokrasi fikri bir muamma hâline gelmekten kurtulamaz.

Metne yansıyanlara bakılırsa, Ayasofya kararı, küresel salgın ve ekonomik kriz ortamında artan baskılarla beraber hükûmetin dayatması sonucunda alınan siyasi bir karardır. Aslında “Çoğunluğunu Erdoğan’ın atadığı Danıştay’ın çıkardığı idari karar” hakkında kırk dereden su getirmesi de bununla bağlantılıdır. Bununla birlikte, bu yaklaşım birtakım güçlük ve engelleri de beraberinde getiriyor. Mesela post-normal zamanlarda, beklenmedik ve sürpriz bir adımla alınan 1934 tarihli karar hiçbir surette esaslı bir tartışmaya konu edilmediği için müellifin dile getirdiği hukukilik fikrinin yaptığı çağrışım tek taraflıdır. Yazar, Türkiye’yi umut kesilmiş bir ülke olarak sunarken, 2002’den bu yana süregelen mücadeleyi düzenin normalleşmesi çerçevesinde değil, ‘dindar-otoriter neoliberalizmin demokratikleşmeden uzaklaştıran acımasız döngüsü’ düzleminde bir kriz olarak niteliyor. Bunun 2023 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra da uzun vadeli sonuçlar doğuracağını belirtiyor. Ayrıcalıklı konumlarını muhafaza hırsıyla “vitrin düzme” politikasının kurbanı olan garpzede muhafazakârların bile kültür mabetlerinin, camilerin halefi görüldüğü zamanların yasını tutmayı yeğleyenlere katıldığı düşünülürse tartışmaların devam edeceği öngörülebilir. Sürece ilişkin bağlam tasvir edilirken başvurulan başat kavramların neredeyse tümü şu pasajda yer alıyor: “Dar yönetici çıkarları için kısa ömürlü siyasi faydaların geniş toplumsal çıkarlara tercih edilmesi, gerçeklik, hesap verebilirlik, hukukun üstünlüğü ve eşitlikçiliğe ilişkin demokratik yükümlülüklerden kurumsalmış bir kopuşu yansıtmaktadır.” Müellifin rahatsızlığı o boyutlara ulaşmış ki kimlik, çeşitlilik ve içerme etrafındaki meseleleri keşfetmek için vaktiyle 1930’ları merkeze alan Kemalizm eleştirileriyle öne çıkan “Amerika’nın Sesi” bir akademisyene; Soner Çağaptay’a kadar gitmiş. Onun siyasi ilahiyatı göz ardı ederek “aydınlanmacı bir insanlık fikrine” yaslanarak yazdıklarına bel bağladığı için Ayasofya’nın anlamını kavrayamamıştır. Çünkü Ayasofya için “insanlığın ortak malı” diyenlerle aynı mecraya mevzilenerek söz konusu kararın “Türkiye markasının çokkültürlü mirasına, uzun bir geçmişe dayalı dinî hoşgörü pratiğine ciddi ölçüde zarar verdiği”ni yazmıştır.

Her hâlükârda, böylesi düşünceleri çoğaltan aydın tipine mukavemet yahut kültürü eleştirel bir pedagoji alanı olarak işlevsel kılmak için Ömer Ferid Kam’ın 1919-1920’lerde Ayasofya Camii kürsüsündeki konuşmalarını okumak iyi bir başlangıç olabilir. Sebilürreşad dergisinde yayımlanan Ayasofya Konuşmaları, elbette doğrudan Ayasofya’yı merkeze almaz fakat karşı karşıya kalınan elem verici hâllerle hikmetli mücadele mecburiyetini hatırlatır. Kör körüne inkârın körüklediği bir vasatta müdafaa hattı oluşturmayı hedefleyen Ferid Kam, bir aydın tipinin zihniyet ve ruh dünyasını masaya yatırır. O dönemde sathi bir düşünceyle dini değersiz kılmaya matuf hap gibi yutulan üç beş kelimeden ibaret klişeleri derinliğine tetkik eder. “Her şeyin bir içi bir dışı vardır.” derken örneğini konuştuğu mabetten verir: “Ayasofya camii dıştan büsbütün başka bir şeydir. Bir taş ve toprak kütlesidir; fakat içine girince iş değişir. İç manzara ile dış manzara arasında büyük bir fark olduğu görülür.”

Dolayısıyla ‘özgürleştirici siyaset’ telakkileri küreselleştirilen Maocu filozofla sınırlı olanların Ayasofya’nın hem anlam üretimi hem de sosyal etkileşim bakımından taşıdığı ulviliği kavramaları imkânsız değilse de çok zor. Ama en azından Stefan Zweig’ın İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar kitabındaki ilgili bölümü okuyup düşünmeye başlayabilirler. Kaldı ki Türkiye kamuoyunun kahir ekseriyetinin desteklediği Ayasofya kararının güncel siyasi hesapların ötesinde bir anlamı var. Zaten mabedin sağlayacağı siyasi konsolidasyonun kısa süreceğini varsayan yazarın açılışının üzerinden yıllar geçmesine rağmen insanların Ayasofya’yı ziyaret etmek için heyecanla bekleyişlerinden habersiz olduğu açık. Hiç şüphesiz buradaki derin ve yatay yoldaşlığa dayalı günlük karşılaşmaların bir aidiyet hissini nasıl perçinlediği ise herhâlde şehirlerde kültürün bugününe ve geleceğine odaklanan kültür politikası yıllıklarının mercek sayfalarında ele alınması gereken konulardan biridir. Kim bilir belki de egemen kültürel söylemin, kültürün demokratikleşmesinin ve kültüre katılımın boyutunu ziyaretçi sayısı ile ölçmekte tereddüt etmemesi üzerinden kültürel erişim eksenli Ayasofya incelemelerine yer verirler!

Başa dön tuşu