Sudan’da “Hızlı Destek Kuvvetleri”nin Hemeti isimli komutanının gerçekleştirdiği askeri darbe girişimini de dahil ettiğimizde Afrika kıtasında 1950’den beri gerçekleşen askeri darbe ve darbe girişimlerinin sayısı 215’e ulaşmaktadır. Sivil bir alanın inşa edilemediği, dolayısıyla siyasetin gerçek manada yeşermediği bu topraklarda ulusal orduların siyasal sistemlerde merkez aktör olarak kaldığı başka bir siyasete on yıllardır tanık olmaktayız. Gerçek siyaset alanı mevcut olmadığından siyasi rekabet askerler arasında kendisini göstermekte, bu yolla ordular da siyasallaşmaktadır. Sivil-asker ilişkileri alanı ve askeri darbe fenomeniyle ilgilenen pek çok yazardan biri olan Samuel P. Huntington, bunun nedenlerini analiz edebilmek için oldukça faydalı bir çerçeve ortaya koymuştur. Orduların yönetime sıkça el koymasını “pretoryanizm”le açıklayan Huntington, söz konusu olguyu toplum içi ilişkilerin yanlış kurulmasına/kurgulanmasına bağlamaktadır.
Lafzını tarihsel olarak Roma İmparatorluğu’nda paralı asker olarak görev yapan bir lejyon olan “Pretoria Askerleri”nden alan pretoryanizm, yoğun etnik-dini-ideolojik rekabetin ortak kurumları siyasallaştırması, patronaj ve rüşvet ağlarıyla yozlaşmasını ifade etmektedir. Roma’da daha çok parayı verenle çalışan Pretoria Askerleri toplumun geneli için ne kadar güvenilirse, pretoryan toplumda siyasallaşan güvenlik birimleri o kadar güvenilirdir. Peki, toplumun güvenliğini sağlama vazifesi taşıyan orduyu siyasallaştıran, onu topluma karşı bir silaha dönüştüren tam olarak nedir? Huntington’a göre, kurumsallaşmadan uzak siyasal sistemlerde siyasal katılım kontrolsüzce gerçekleşmesi sağlıksız bir siyasi sürecin başlangıcıdır. Etnik veya dini kökenine dayanarak ve kendi sosyal grubunu temsilen politik alana dahil olan siyasi elitler, kendi çıkarlarını merkeze aldıklarından dolayı genellikle diğer sosyal grupları dışlama eğilimi taşırlar. Afrika’daki gibi sömürgecilik sonrası kurulan devletlerin yer aldığı ülkelerde zenginliğin iki kaynağından biri devlet, yani kamu kaynakları, diğeri ise yabancı sermayedir. Kamu kaynaklarına tek başına sahip olma arzusu, elitlerin dışlama siyasetinin kaynağı haline gelmektedir.
Sert etnik rekabetin hüküm sürdüğü siyasi arenada taraflar kendilerini milli kimlikten fazla etnik veya yerel kimliklerine ait hisseder veya rekabetin etkisiyle kendi sosyal grubundan başkasını tanımaz hale gelir. Böyle bir ortamda kurumları teşekkül ettiren aktörler toplumun geneline değil, sadece kendi klanına hizmet etmeyi vazife bilecektir. Birey ve grup çıkarlarına, hepsinin de üstünde siyasi elitin çıkarlarına hizmet edilen söz konusu siyasal sistemler kriz sırasında yarıklar meydana getirecek fay hatlarına bölünürler. Herkese ve her kesime hizmet vermekle mükellef kurumlar, sayısal üstünlüğü ele geçiren etnik temelli sosyal grupların aracına dönüşür. Dolayısıyla elitler eliyle körüklenen rekabet, topyekûn siyasallaşmayla sonuçlanır. Siyasallaşan sendikalar, siyasallaşan üniversiteler, siyasallaşan bürokrasiler ve elbette siyasallaşan orduların varlığı bu toplumlarda doğal olarak ortaya çıkmaktadır. Her sosyal grubun ve her kurumun siyasallaştığı bu toplumlarda aktörler politik hedeflerin ve siyasi dışlamaların aracı haline gelirler. Devletin, toplumun geneline ait çıkarları korumakta aciz kaldığı ve giderek etkisizleştiği görülmektedir. Ortak değerler ve normlar gibi kurumlar ve resmi prosedürlerin de silikleştiği bir politik ortam bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Kısacası ortalık karıştığında elinde silah olan kazanır ve nihayetinde darbe gerçekleşir.
Pretoryan toplum analizinde Huntington, söz konusu toplumlarda gerçekleşen askeri darbeleri zararlı görmez, bilakis onları doğallaştırır, hatta gerekli görür. Modernleşme ile özdeşleştirdiği orduların siyasete yönelik müdahalesi, O’na göre, sorunun kaynağı olarak gördüğü oligarşik yapıların ortadan kalkmasına ve radikal pretoryanizme kapı aralayacaktır. Bunu da modernleşmenin zorunlu bir aşaması olarak tanımlar. Oysa Huntington’un bu analizlerini yaptığı dönemden bu yana, kabaca 60 yıl sonra bile böyle bir modernleşmenin gerçekleşmediğini, darbelerin kalıcı hale geldiğini görüyoruz. Dolayısıyla Huntington’un genel analiz çerçevesi dışında nedensellik açısından kusurlu bir noktada olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır.
Afrikalı siyasi elitlerin dışlama davranışını besleyen daha yapısal, hatta kalıtsal bir başka etken bu analizlerde çokça ihmal edilmektedir. Oysa etnik rekabeti kendi çıkarları için araçsal hale getiren Afrikalı elitlerin bu eğilimlerinin sosyo-politik ve psikolojik nedenlerinin önemli bir kısmını sömürgecilikte bulmak mümkündür. Sömürgeciliğin dört temel parametre üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz: Dini öğeleri barındıran fetih söylemi, medenileştirici misyon, doğal kaynakların mülkleştirilmesi ve siyasal şiddet. Bu dört unsurun ortaya çıkmadığı hiçbir hükümranlık sömürgecilik olarak adlandırılamaz. Fetih söylemi, Hristiyanlığın zaferi adına dünyanın farklı coğrafyalarındaki toprakların ele geçirilmesini içermektedir. Medenileştirici misyon ise, sömürülen topraklarda yaşayan, ilkel ve barbar olarak tanımlanan milletlerin “medenileştirilmesi”ni hedeflemektedir. Dolayısıyla sömürgeci ve sömürülen arasında doğal bir kategorik fark oluşturulmakta, sömürgeci Batılılar sömürge halklara ikinci sınıf veya evrimini tamamlayamamış birer unsur gözüyle bakmaktadır. Bu durumun hem sosyal Darwinizm ile hem de faşizmle güçlü bir ilgisi vardır. Doğal kaynakların mülkleştirilmesi, sömürge topraklarda sadece doğal zenginliklerin değil, insanların da mülkiyet kapsamına dahil olması anlamına gelmekteydi. Kendini üstün addeden Batılı sömürgecinin yerin altında ve üstündeki her varlığı kendi zimmetine geçirmesi, sömürgeci köleleştirmenin anahtarı olmuştur. Siyasal şiddet ise, tüm bu hedef ve tutumların en belirgin enstrümanıdır. Siyasal şiddet, öteki ve ilkel olarak tanımlanan sömürge halklara birer plan dahilinde ve bilinçli biçimde tatbik edilmiştir.
Sömürgecinin Afrika kıtası ülkelerindeki gibi post-kolonyal devletlere mirası yalnızca kültür, dil, siyasal sistem ve kurumlar değildir. Siyasetin sosyo-politik düzeni için de belirleyici bir etkiye sahiptir. Elitler arasındaki mücadelede etnik sosyal grupların birbirini dışlaması ve aralarında kategorik karşıtlık oluşturmaları “medenileştirici misyon”un kalıcı hasarları hesaba katılmadan anlaşılamaz. Dini ve etnik çatışmada kimliklerin öne çıkarılmasıyla ortaya konan politik argümanlar çoğu kez Batı’nın “fetih söylemi”ne dayanır. Pretoryanizmi besleyecek ölçüde karşıtlık meydana getiren, kendi kitlelerini kendi çıkarları için sahaya süren politik elitlerin siyasetteki ana hedefi kamu kaynaklarını ele geçirmektir. Öyle ki Afrika’da meydana gelen neredeyse tüm siyasal olayların ve mücadelelerin kökeninde devlet imkanlarını kimin kullanacağı yer alır. Bütün bu bağların bir neticesi olarak siyasa şiddet, yani askeri darbe, iç savaş, kitlesel katliamlar ve kültürel soykırımcılık gibi eylemler ortaya çıkar. Pretoryan mücadele, esas itibariyle bu türden bir tarihsel ve kalıtsal arka plana sahiptir. Afrikalı politik elitlerin, kıtanın yeni sömürgecilerine dönüşmesinde Frantz Fanon’a göre, sömürgecilikle hiçbir hesaplaşmanın yaşanmaması, bağımsızlığın şiddet yoluyla elde edilmemesi yatıyor. Savaş verdiğiniz bir milli mücadeleden yoksunsanız bağımsızlığınızı kazanmış olamayacağınız gibi, sömürgecinin ruhunuza bıraktığı lekeyi de temizleme imkanından mahrum kalırsınız.
[Dr. Murat Yiğit, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısı ve akademisyendir.]