12 yıllık Suriye iç savaşı yerel, bölgesel ve küresel etkileriyle oldukça önemli bir kriz oldu. Krizin bireysel düzeyde yarattığı insani dram ve yıkımın yanı sıra devletler düzeyinde oluşturduğu güvenlik tehditleri de krizi devletler için yönetilmesi gereken bir hale soktu. Bu açıdan Türkiye de Mart 2011’den itibaren Suriye’de yaşanan olaylara yönelik belirli ilkeler çerçevesinde politikalar geliştirdi.
Türkiye, 877 km sınırı bulunan Suriye’de Mart 2011’den bu yana devam eden iç savaş boyunca büyük güvenlik tehditlerine maruz kaldı. Devlet otoritesinin çökmesi sonucu PKK/YPG ve DEAŞ gibi terör örgütlerine elverişli ortamın oluşması, merkezi yönetimin sivil bölgelere yönelik sistematik saldırıları sonrası kitlesel göçlerin yaşanması ile sığınmacı sorununun oluşması gibi temel güvenlik sorunları Türkiye’nin Suriye krizine yönelik politikalar geliştirmesini elzem kıldı.
2023 yılı da Türkiye’nin hem yerel şartlar hem de bölgesel ve küresel dönüşümler dolayısıyla Suriye krizine yönelik politikalarını gözden geçirmesi gereken bir yıl olacak denebilir. Dolayısıyla Türkiye’nin Suriye krizine yönelik ana prensipleri ve bunların muhtemel getiri ve götürüleri üzerinden 3 ana politika yolu görünmekte.
Terörle Mücadeleyi İhale Et, Sığınmacı Sorununu Çözmeye Odaklan
İlk senaryoda Türkiye’nin Suriye politikası kökten bir değişiklik ile PKK/YPG terörüyle mücadeleyi Şam yönetimine ihale ettiği bir düzleme geçebilir. Zaman zaman dile getirilen bu politikada temel amaç sınır ötesi operasyonların azaltılarak terörle ülke sınırları içerisinde ve sınır güvenliği temelli bir mücadeleye geçmek olacaktır. Bunu işlevsel hale getirmek ise Şam yönetimi ile normalleşmenin Suriye krizinde siyasal çözüm veya muhaliflerin desteklenmesi ekseninde değil PKK/YPG’ye karşı etkin ve ortak mücadele ve sığınmacıların geri dönüşü odaklı olarak yapılması beklenebilir.
Bu muhtemel politikanın ana parametreleri ise rejimin siyasi bütünlüğü, yönetme becerisi ve askeri gücü olacaktır. İç savaş sırasında muhaliflerden ele geçirdiği Dera gibi şehirlerde yaşanan suikastlar ve güvenlik sorunları dikkatli incelendiğinde Şam yönetimi ile sivil halk arasındaki bağın kopması rejimin yönetme becerisinin kaybolduğunun bir kanıtıdır. Bu da muhtemel politikanın ana ayağını oluşturan sığınmacıların geri dönüşü ve rejim tarafından istikrarlı bölgelerde iskân edilmesinin imkansıza yakın olduğunu göstermektedir.
Ayrıca rejimin askerî açıdan insan kaynağı olarak İran ve Şii milislere, teçhizat ve hava desteği açısından da Rusya’ya olan bağımlılığı düşünüldüğünde, Şam yönetiminin Fırat’ın doğusunda terörle mücadele için bu ülkelerin onay ve desteğine muhtaç duyduğu açıktır. Dolayısıyla rejimin tarihsel olarak PKK/YPG ile olan ilişkisi göz ardı edildiği ve terörle mücadele için kararlılığının tam olduğu bir durumda bile bunu gerçekleştirme şansı oldukça düşüktür. Bu yüzden de bu senaryonun başarı şansı sahanın gerçeklerine aykırı ve uygulanabilirliği oldukça düşük.
Batı ile İlişkileri Suriye Üzerinden Düzenle, Yerel Gündemden Uzaklaş
İkinci senaryo ise Türk dış politikasında tartışılan bir konu olarak ABD ve AB ile ilişkilerin düzenlenmesi ekseninde şekilleniyor. Bu senaryoda Suriye politikasındaki ana amaç Suriye özelinde bir pozisyon almaktan ziyade Batı ile ilişkileri Suriye üzerinden alınacak pozisyonla düzenlemeyi amaçlıyor. Buradaki temel ön kabul, ABD ile yaşanan F35 ve S-400 gibi kriz konularının Suriye’de farklılaşan politikaların bir yansıması olduğu ve Türkiye’nin Suriye’de SDG/YPG’ye yönelik yaklaşımını müzakere edebilir konuma getirerek Batı ülkeleri ile sorunları giderilmesinin mümkün olduğu fikri.
Her ne kadar ana amaç Suriye iç savaşının yerel etkilerinden uzaklaşıp konuyu bir uzak coğrafya dış politika konusu haline getirerek bir diplomatik koza dönüştürmek olsa da Suriye sahasında yaşanacak gelişmelerin Türkiye’yi doğrudan etkileyebilme potansiyeli ve özellikle muhalif bölgelerden muhtemel yeni bir göç dalgası tehlikesi sebebiyle bu politikanın işlevsel hale getirilmesi pek mümkün görünmüyor. Ayrıca bu senaryo, sığınmacıların geri dönüşü ve müzakereler için gereken Şam yönetimi ile görüşme seçeneğini de elden alıyor. Rusya ile Suriye özelinde başarıyla uygulanan modelin de yıkılacağı düşünüldüğünde, Türkiye’nin iç savaşın etkilerinden uzaklaşmaya çalışması, iç savaşın seyrini değiştirebilme ve tehditleri sınırlandırabilme kapasitesini de elinden alan bir yola dönüşme riskine sahip.
Ayrıca kurulacak diplomatik kanal ikili ilişkilerde adım atabilmeyi mümkün kılacak olsa da özellikle AB’nin Suriye’deki etkisiz konumu sebebiyle Türkiye’ye vaat edebilecekleri oldukça sınırlı kalacaktır. ABD’nin ise PKK/YPG konusunda müzakere ve tavize açık olmayan pozisyonu, verilecek bir taviz etkili olmayacaktır. Bir önceki ABD Başkanı Trump her ne kadar başkanlığı döneminde Pentagon’un tüm itirazlarına rağmen YPG ile ilişkiyi kesip DEAŞ ile mücadeleyi de geleneksel müttefiki Türkiye ile yapabileceğini düşünse de Amerikan müesses nizamında bu fikrin bir karşılığı bulunmuyor. Bu da Rusya ile Astana müzakereleri çerçevesinde al-ver ilişkisine dayalı kurulan diplomatik kanalın ikame edilememesine ve sahadan gelecek güvenlik risklerinin elimine edilememesine sebep olacağı için tercih edilebilir bir politika opsiyonu değildir.
Terörle Sınır Ötesinde Kararlı Mücadele ve Sığınmacı Meselesini Suriye’nin Geleceğine Endeksle
Üçüncü ve daha tercih edilebilir senaryoda ise Türkiye, Fırat Kalkanı Harekâtı ile başladığı harekatlar zincirine devam etmekte ve terörle sınır ötesinde mücadele ederek güvenliğini sağlamayı amaçlamakta. Ayrıca sığınmacı meselesini de Suriye krizinin siyasal çözümüne endeksleyerek rejimin kaybolan yönetme becerisinin yeniden kazanıldığı bir düzlem oluşana kadar diplomatik müzakerelerin zorlanması öne çıkmakta.
Bir yandan mevcut Suriye politikası ana hatlarıyla devam ettirilirken öte yandan muhalif bölgelerin ve TSK harekatları ile güvenliği sağlanmış 30 km derinliğin sığınmacıların geri dönüşü için uygun hale getirilmesinde kararlılığı da gerektirmekte. Bu açıdan da askeri harekatların devamı, iç politikada sığınmacı sorununun çözümü için bir araç olarak konumlandırılmış olmakta. Ancak bunun işlevsel hale getirilmesi için askeri hareketliliğin büyük yerleşim yerlerini de kapsaması ve Rusya ile kurulan ilişki modelinden pozitif sonuçlar çıkarılması gerekmekte. 2023 şartlarında iç savaştaki tarafların doğal sınırlarına ulaşması sebebiyle Türkiye’nin Rusya ile müzakerelerden bir sonuç alabilmesi ise Şam yönetimi ile doğrudan müzakere etmesini ve siyasal geçiş sürecinin belirlenmesinde aktif rol almasını da gerekli kılmakta. Dolayısıyla bu senaryoda muhalifler, güvenli bölgelerde himaye altında tutulurken bir yandan da Şam yönetimi ile diplomatik temasa geçmek kaçınılmaz görünüyor.
Rusya ve ABD’nin ortak olarak Türkiye’nin karşısında konumlanmasının muhtemel olduğu bu senaryonun en zayıf noktasını da bu oluşturmakta. Dolayısıyla Rusya ile ilişkilerin Batıya rağmen devam ettirilmesi kritik olacaktır. Bu mekanizmadan yoksun bir dış politika vizyonunun da Suriye özelinde bu senaryoyu uygulanamaz hale getireceği açık. Oldukça çetrefilli bir mesele olarak sığınmacı sorununun güncel popülist söylemlerden arındırılarak rasyonel ve gerçekçi bir zeminde tartışılabilmesi de bu politikayı doğrudan etkileyecektir.
Sonuç olarak Türkiye, Suriye için bir yol ayrımında. İç savaşın yarattığı göç dalgası ve sığınmacı sorunu iç siyaseti bile etkileyecek büyüklükte sorunken, sınırın karşı tarafında hangi yapıların yer alacağı veya terör örgütlerine uygun ortamın oluşup oluşmadığı da Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren meselelerden. Dolayısıyla Türkiye hangi araçlarla hangi amaca yönelik politikalar geliştirse geliştirsin Suriye’de yaşanan mücadeleler bu politikayı doğrudan etkileyecektir. Ayrıca ABD, AB ve Rusya ile ilişkiler konusundaki yaklaşımın da Suriye politikasının sınırlarını ve uygulanabilirliğini doğrudan etkileyeceği unutulmamalıdır. Suriye’nin toprak bütünlüğü, terör örgütü ile mücadele ve sığınmacıların geri dönüşü gibi konular da tüm bunların sonucunda oluşacak resmin ve uluslararası arenadaki güç mücadelesinin birer kozu olarak krizin geleceğini şekillendirecektir.