Erdoğan doktrini Türk dış politikasında köklü bir değişim başlattı. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden itibaren uzunca bir süre uluslararası sistemin süper gücü olan ABD’yi takip etme (bandwagoning) stratejisi takip etmişti. İki ülke arasındaki devasa kapasite farkı bunu zorunlu kılıyordu. Devletler yapısal zorunluluklar nedeniyle genellikle gücünü dengeleyemedikleri devletleri takip etmek zorunda kalır. Bu sistemik faktörün yanı sıra Türkiye’de zamanın yönetici eliti ABD yörüngesinde bir dış politikanın ülkenin güvenliği için yeterli olduğuna kanaat getirmişti. Kıbrıs ve Kürt sorunu ve Küba füze krizi nedeniyle ABD ile yaşanan güven sorunu yönetici elitin bu kararını sorgulamasına sebep oldu. Ancak bu sorgulamadan dış politikada önemli bir değişiklik kararı çıkmadı. Oysa ABD açık bir şekilde tek-taraflı davranarak “müttefiki” Türkiye’nin çıkarlarını göz ardı ediyordu. 2000’li yıllarda üst üste AK Parti hükümetlerinin iktidara gelmesiyle ülkede yönetici elit değişti. Bu elit değişimi ABD’yi takip etme stratejisinin gözden geçirilmesine yol açtı. Yeni elitin Türkiye’ye biçtiği uluslararası konum farklıydı. Bu dönemde Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren uluslararası sistemin tek-kutuplu bir hal almasıyla ABD çok daha agresif bir şekilde tek-taraflı politikalar izlemeye başladı. Müttefik Türkiye’nin çıkarları daha sistematik bir şekilde göz ardı edildi. Buna ABD’nin Türkiye’nin güneyinde PKK kontrolünde bir Kürt devleti inşa etme politikası ve FETÖ gibi terör örgütlerini himaye etmesi gibi örnekler verilebilir. Bu politikalar neticesinde ABD Türkiye’nin ulusal güvenliği ve egemen varlığına yönelik ciddi bir tehdit unsuruna dönüştü. Bu yapısal ve aktör düzeyindeki gerekçelerle Türkiye peyderpey dolaylı dengeleme stratejisine geçiş yaptı.
Ancak ABD ile Türkiye arasındaki büyük kapasite farkı Türkiye’nin ABD’yi doğrudan askeri olarak dengelemesine (hard balancing) müsaade etmiyordu. Bu durumda Türkiye dolaylı dengeleme (leash-slipping) stratejisini devreye soktu. Erdoğan doktrini, takip etme stratejisinden dolaylı dengeleme stratejisine geçişi simgelemektedir. Dolaylı dengeleme stratejisine sahip bir devlet uluslararası sistemin büyük güç ya da güçlerini doğrudan hedef almadan uluslararası sistemde yeni bir kutup ya da büyük güç inşa etmeyi amaçlar. Bu hedef doğrultusunda bir yandan diğer devlet ve toplumlarla gücünü birleştirme politikası yürütürken diğer yandan da bu sürece destek vermesi amacıyla içeride kapasite artışını sağlayacak askeri, ekonomik ve yönetim reformlarını hayata geçirir.
Takip etme stratejisini bırakıp yerine dolaylı dengeleme stratejisini ikame etmesi sonucu Türkiye doğal olarak ABD ile askeri ve ekonomik bağlarını gevşetti. Daha önce büyük oranda ABD’nin sağladığı ekonomik ve askeri yardım ve katkılarla üretilen güç kapasitesinin artık ülkenin kendi kaynakları kullanılarak üretilmesi gerekmekteydi. Bu bağlamda ekonomi alanında ilk etapta ABD’nin güdümünde olan IMF’ye olan borçlar sonlandırıldı ve bir daha borç alınmadı. Öte yandan, dışarıdan gelecek sıcak paraya bağımlı ve tüketimi merkeze alan ekonomi modelinin yerine üretim ve ihracatı ön plana çıkaran bir ekonomi modeline geçildi. Son olarak, enerji bağımlılığına son vermek amacıyla petrol ve doğal gaz arama çalışmaları hız kazandı. Bu arayışlar son dönemde Karadeniz’de bulunan doğal gaz ve Gabar’da bulunan petrol ile sonuç vermeye başladı. Askeri alanda ise savunma sanayiinin geliştirilmesine hız verildi. Dışarıya, özellikle de ABD’ye, olan askeri bağımlılık azaltılmaya çalışıldı. Son yıllarda (2018-2022) Türkiye’nin küresel silah ithalatındaki payı yüzde 2,4’ten 1,3’e geriledi. Yine, bir önceki dört yılla (2014-2018) karşılaştırıldığında Türkiye’nin silah ithalatı yüzde 49 azaldı. Daha spesifik olarak, Türkiye’nin ABD’den silah ithalatı 2013’ten itibaren ciddi oranda düşüş yaşadı. 2018-2022 yılları arasında Türkiye ABD’den silah ithal eden ülkeler sıralamasında 7. sıradan 27. sıraya geriledi. Genel itibariyle, son 15 yılda savunma alanında yerlilik oranı peyderpey yükseldi. Bu oran 2004’te yüzde 20 ve 2008’de yüzde 44 iken 2018’de yüzde 68’e çıktı, 2022 yılında ise yüzde 80’e ulaştı. Bu süreçte aynı zamanda ülkenin askeri kapasitesinin artırılması da amaçlandı. Türkiye’nin silah ihracatındaki payını 2018-2022 yılları arasında bir önceki dört yıla (2014-2018) oranla yüzde 69 oranında artırdı. Küresel silah ihracatı payını son dönemde yarım puan artırarak listede 12. sırada yer aldı. Türkiye dünyanın en güçlü orduları sıralamasında 2023 yılında 11. sırada yer aldı. Askeri ve ekonomi alanındaki kapasite artırımı adımları yönetim alanında hükümet sistemi değişikliğiyle desteklendi. Bunun için 2017’de düzenlenen halk oylamasıyla Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçme kararı alındı. Yeni hükümet sistemiyle yönetim kapasitesinin artırılması amaçlandı. Artan askeri ve ekonomik kapasitenin doğru bir şekilde kullanılabilmesi için güçlü bir siyasi iradeye ihtiyaç vardı. Güçlü bir siyasi iradenin varlığı en iyi ve doğru stratejilerin belirlenmesini mümkün kılar. Uluslararası siyasette başarı doğru stratejilerin üretilmesi ve uygulanmasıyla gelir. Yönetim sistemi değişikliğinden sonra Cumhurbaşkanlığı’na bağlanan Savunma Sanayi Başkanlığı bir süredir ivme kazanmış olan çalışmalarını daha da ileri taşıdı. Türkiye savunma sanayi alanında büyük başarılara imza attı. 2002 yılında 62 savunma projesi yürütülürken bu rakam 2022 yılında 750’nin üzerine çıktı. 2008 yılında bu rakam 194, 2018’de ise 610’du. Yürütülen bu projelerin bütçesi 2002 yılında 5,5 milyar dolarken, 2022 yılında 75 milyar dolara yükseldi. Bu rakam 2008’de 19 milyar dolar, 2018’de ise 60 milyar dolardı.
İçerdeki bu güç kapasitesi artırımı adımlarına dışarıda Türkiye’nin bölgesini merkeze alan, ülkenin yakın bölgesiyle entegre olmasını destekleyen ve bölgesel entegrasyonu amaçlayan politikalar geliştirmesi eşlik etti. Takip etme stratejisi uygulanırken bölgesel düzey göz ardı edilmişti. Yakın bölgeyle ilişkilerin olabildiğince sınırlı tutulması, hatta izolasyonist bir politika takip edilmesi söz konusuydu. Yakın bölgesiyle mesafeli dış politika yürütülmesi ülkenin resmi dış politika ilkelerinden birisiydi. İstisna olarak 1934 ve 1953 yıllarında Balkanlara yönelik Türkiye’nin üyesi olduğu bölgeselleşme girişimlerinden bahsedilebilir. Ancak bunlardan ilki Alman ve İtalyan, ikincisi ise Sovyet yayılmacılığına karşı kurulmuş geçici ve zayıf bölgesel birliklerdi. 1937’de Ortadoğu devletleri tarafından imzalanan ve Türkiye’nin de üyesi olduğu Sadabad Paktı’nda da uluslararası boyut önemli bir etkendi. Her üç bölgeselleşme girişiminde de uluslararası düzey bölgesel düzeye baskındı. Uluslararası sistemin büyük güçlerinin çıkarlarının bölgesel düzeye yansımasından ibaretti. Hiçbirinde kalıcı yeni bir güç ve sistemde bir başka kutup oluşturma motivasyonu yoktu. Dolaylı dengeleme stratejisinin devreye sokulmasıyla bölgesel düzey dış politikanın merkezine oturdu. Dolaylı dengelemenin temel meselesi olan yeni bir kutbun ve büyük gücün inşası için bu elzemdi. Bu minvalde AK Parti iktidarında Türkiye, Ortadoğu başta olmak üzere yakın bölgesine yönelik olarak aktif bir bölgeselleşme politikası takip etti. Bölgeselleşme politikasının temelinde ulusal sınırların etkisini azaltarak ve çatışmaları yatıştırarak ileri düzeyde bir bölgesel entegrasyon için zemin hazırlamak vardı. Bunun varacağı nihai nokta uluslararası sistemde yeni bir gücün ve kutbun ortaya çıkmasıydı. 2010 sonunda başlayan Arap isyanları bölgede ulusal ve bölgesel düzeyde çatışmaları körükledi. Yaşanan türbülans bölgeselleşme politikasını çıkmaza soktu. Ancak Türkiye dolaylı dengeleme stratejisi gereği bölgeselleşme siyasetini dış politikasının merkezinde tutmaya devam etti. Bu sefer sert güç kullanımını da devreye sokarak bölgeyle entegre olmayı sürdürdü. Yakın bölgesindeki Suriye, Irak, Libya, Azerbaycan ve Katar gibi ülkelerde başarılı askeri ve istihbarat operasyonları ve diplomatik hamleler yaptı. Suriye, Azerbaycan, Libya, Katar, Somali ve Sudan’da askeri üsler oluşturdu. Doğu Akdeniz’de kendisine karşı oluşturulan bölgesel kuşatmaya karşı egemenlik alanını koruma amacıyla askeri ve hukuki-diplomatik adımlar attı. Türk Devletleri Teşkilatı’nı güçlendiren bir politika takip etti. Bunun yanı sıra Yunus Emre Enstitüsü ve Maarif Vakfı gibi kuruluşlarla bölgede yumuşak gücünü artırıcı faaliyetlerde bulundu.
Sonuç olarak, Erdoğan doktrini Türk dış politikasında büyük bir değişim başlatmıştır. Uzun süre uygulanan uluslararası sistemin büyük güçlerini takip etme stratejisinin yerine dolaylı dengeleme stratejisini getirmiştir. Dolaylı dengeleme stratejisinin merkezinde Türkiye’nin kendi coğrafyasına entegre olması ve bu coğrafyadaki diğer devlet ve toplumlarla uluslararası sistemde yeni bir büyük güç ve kutup oluşturma amacı yer almaktadır. Mevcut uluslararası şartlar büyük oranda bu stratejinin devamına yönünde Türkiye’ye baskı yapmaktadır. Ancak ülkeyi yönetecek elitin bu stratejiyi devam ettirmede kararlı olması gerekir. Türkiye’nin güvenlik politikaları için dolaylı dengeleme stratejisinin takip edilmesi kritik öneme sahiptir. Bu noktada tek handikap ülkede yönetici elit değişiminin yaşanması ve bunun sonucunda dolaylı dengeleme stratejisinin terk edilmesidir. Türkiye’nin yeniden takip etme stratejisine dönmesi bölgesel ve uluslararası şartlar göz önüne alındığında çok kolay gözükmemektedir. Lakin yine de bu yönde bir karar alınırsa Türkiye’nin ciddi güvenlik sorunlarıyla karşılaşması kaçınılmazdır.