Bir ekonomik iş birliği örgütü olarak kurulan AB, 2003 yılında yayınlanan Strateji Belgesi ile birlikte artık güvenlik ve savunma alanında da aktör olma niyetini somutlaştırmıştı. Ve bunun bir sonucu olarak bir dizi küçük çaplı askeri operasyon NATO’dan bağımsız bir şekilde icra edilerek Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası’na (OGSP) bebek adımları attırılmaya başlanmıştı. Ancak Gürcistan Savaşı ve akabinde gelişen Arap Baharı ile birlikte Avrupa’ya yakın coğrafyalar OGSP mekanizması için istikrarsızlığı hüküm sürdüğü birer test alanına döndü. 1990’lardan buyana hedeflenen ortak bir AB ordusu hayalinin ilk somut adımı olan bu platform henüz bu çapta krizleri yönetecek ne kurumsal yapıya ne kapasiteye ne de üye ülkelerin siyasi desteğine sahip değildi. Örneğin Libya’da patlak veren iç savaşa NATO şemsiyesi altında bir askeri operasyonla müdahale edilmiş olsa da üye ülkeler AB çatısı altında bu gibi durumlar için hayata geçirdikleri OGSP’yi aktive edemediler. Fransa kriz süresince NATO’dan bağımsız bir askeri müdahale isterken, İngiltere NATO ve dolayısıyla ABD’yi sürece dahil etmeden bir adım atmama taraftarıydı. Almanya ise BMGK’da bile Libya’da bir uçuşa yasak bölge oluşturulmasına çekimser oy kullanarak bütünüyle askeri bir yaklaşımı reddetmişti. Arap Baharı’nın bir diğer önemli adresi olan Suriye’de de benzer bir anlaşmazlık söz konusuydu ve AB krizin gerek çözümünde gerekse derinleşmesinde bir aktör olamamıştı. Zincirin son halkası olarak 2014’te Kırım’ın İlhakı aslında AB ordusu hayalleri için son bir hayal kırıklığı olarak kayda geçti. Rusya’nın saldırgan politikalarına karşı askeri bir hamle bir kenara, AB ne Minsk Görüşmelerinde ne de Normandy Format gibi barış girişimlerinde masada bir aktör olamamıştı. Bütün bu krizlerde en önemli nokta AB güvenliğinin temel taşı olan Amerikan askeri varlığının Avrupalı ortaklarını her bir krizde yalnız bırakarak AB ülkelerinin askeri açıdan yetersizliğini ortaya çıkarmıştı. Sürece bir de AB’nin askeri açıdan en güçlü iki devletinden biri olan İngiltere’nin birlikten ayrılması eklenince bütün bir planlama aslında sil baştan kurgulanmak zorunda kaldı. AB bürokrasisi bu altı yıllık periyotta OGSP’nin dolayısıyla ortak bir AB güvenlik mekanizmasının başarılı olabilmesi için, üye devletlerin egemenlik kaygılarının giderilmesi ve kapasite arttırımının olabilecek en az maliyetle sağlanabileceği formüllerin bulunması gerektiğini gördü.
OGSP fikirleri ilk ortaya atıldığında neredeyse NATO’ya alternatif oluşturabilecek bir kapasite oluşturmaktan söz ediliyordu. Öyle ki 60.000 kişilik ortak bir AB kuvveti ve bunu yönetebilecek kurumsal bir yapı öngörülüyordu. Dolayısıyla bu durum kimi ülkelerin ABD ile olan ilişkilere zarar vermesinden korkması, kimilerinin böylesine bir kuvvette söz hakkı sahibi olmama ihtimalinin egemenliklerine zarar vereceği ihtimalinden korkması veya kimilerinin AB’nin bir güvenlik işbirliği örgütü olmaması gerektiğini düşünmesinden dolayı birçok konsensüs sorunu yaratıyordu. Bu sebeple sadece önemsiz sayılabilecek ve risk faktörünün az olduğu alanlarda OGSP mekanizması işletilebildi onun haricinde bütün sınamalarda üye ülkeler ya NATO’ya ya da tek taraflı politikalara yöneldiler. Bu sebeple 2016 itibariyle AB güvenliği daha minimal hedeflerle üye ülkeleri ürkütmeden maksimum desteği alarak adım adım ilerlemek şeklinde kurgulandı. Örneğin ilk olarak muğlak bir stratejik otonomi hedefi ortaya atıldı. Kavramın tanımlaması o kadar ucu açık bırakıldı ki kimileri bunu savunma sanayisinde kapasite arttırımı olarak yorumlayabilirken kimisi ABD’de bağımsız bir güvenlik iş birliği örgütü kurma hedefi olarak algılayabilir. Dolayısıyla her ülkenin bu muğlaklığı kendisine çıkarları doğrultusunda işlevsel hale getirmesi amaçlandı. Böylelikle daha ilk adımda anlaşmazlık ihtimalini ortadan kaldırılarak üyelerin tam desteğini almaya çalıştılar. Buna paralel olarak PESCO’nun devreye sokulmasıyla ortak savunma sanayisi projelerine üye ülkelerin katılımının sağlanması hedeflendi. Bu noktada Avrupa Komisyonu ciddi maddi destek sağlayarak bu gibi atılımları cazip hale getirmeyi de amaçlamıştı. Ayrıca gönüllülük esasıyla yürütülen ve üçüncü ülke katılımının mümkün olduğu bu mekanizma özellikle savunma sanayisi açısından sırtını ABD ve İngiltere’ye dayamış olan İsveç ve Polonya gibi birçok üye ülke açısından önemli bir tamamlayıcı olma potansiyeline sahipti.
Peki bu yeni kurguyla ne hedeflendi? Bu yeni gerçekliği AB bürokrasisinin bir anlamda kurucu felsefesine geri dönüşü olarak yorumlayanlar mevcut. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa içinde yeni bir savaşı engellemek için fikirler ortaya atılırken işlevselci yaklaşımlar Avrupa Kömür Çelik Topluluğunun Avrupa Birliğine evrilmesinde dominant fikir akımıydı. Öyle ki bir sektörde üye ülkelerin tedricen ekonomik entegrasyonunun sağlanması zamanla farklı sektörlere sirayet ederek bir çığ etkisi yaratacak ve nihayetinde bütünüyle AB entegrasyonu projesi başarılı olacaktı. Bugün AB bürokrasisi de benzer mantıkla görece küçük çaplı projelerle ve muğlak hedef tanımlamalarıyla üye ülkelerin etkileşimini arttırarak ortak bir güvenlik ve savunma politikasını inşa etme girişiminde bulunuyor. En son yayınlanan Stratejik Pusula başlıklı AB strateji belgesinde de daha küçük çaplı hedeflere henüz bebek adımlarıyla gidildiğinin kabul gördüğü gözlemlenebilir. Belgede 2003’ün aksine AB’nin küresel bir aktör olduğu vurgusundan ziyade bölgesel sorunlara dikkat çekilirken ve Rus saldırganlığına karşı kapasite arttırmak gerekliliğine vurgu yapılıyor.
2008-2014 yılları arasında patlak veren bölgesel krizlerden sonra bu yeni güvenlik politikaları aslında belirli derslerin alındığını kağıt üstünde de olsa gösteriyor. Ancak pratikte henüz ortak kapasite arttırımı konusunda veya ortak bir politika geliştirmek konusunda sekiz yılda bir yere varılmış değil. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiği ilk aylarda bu durum tam anlamıyla aşikar oldu. Öyle ki AB ülkeleri askeri olarak ne Ukrayna’ya silah yardımı yapmak ne askerlerini eğitmek ne de herhangi bir şekilde savaşı Rusya için maliyetli hale getirecek bir başka politika konusunda ortak bir karara uzun zaman boyunca varamadılar. Kurulduğu ilk günden bu yana OGSP mekanizmasının ölü doğmasının tek sebebi olan hükümetler arası karar mekanizması, her bir üyenin veto hakkı sebebiyle ortak bir pozisyon almayı imkansız hale getiriyor. Böylesine ciddi bir güvenlik tehdidinde bile konsensüsün sağlanamamasının aslında AB içindeki büyük devletler arasında bir hiyerarşi olmamasından kaynaklandığı da söylenir. Bir nevi çok kutuplu bir yapı gibi olan AB, bir ülkenin diğerlerine liderlik edebildiği NATO benzeri bir ittifak olmaktan bu sebeple çok uzaktır.
Sonuç olarak ortak bir savunma ve güvenlik politikası oluşturmak konusunda AB bürokrasisi geçmiş tecrübelerden ne kadar ders alırsa alsın kağıt üstünde mantıklı gözükebilecek en muğlak tanımlamaların olduğu bir düzlemde bile bu çok kutuplu yapıdan dolayı ekonomik alandaki başarıların bir benzerini ortak güvenlik konusunda elde etmeleri mümkün gözükmemektedir.