Savunma Sanayisine Yönelik Eleştiriler

Savunma sanayisindeki atılımlar övgüler aldığı kadar birçok açıdan eleştirilere de maruz kalıyor. Tabii ki hiçbir sektör ve kurum eleştiriden münezzeh değildir. Hele ki söz konusu olan hepimizin ortak faydası ulusal güvenlik alanı olunca. Ama eleştirilerde yapıcılık ve tutarlılık beklemek de herkesin hakkı. Ancak söz konusu eleştirilerin geneline bakıldığında bu niteliklerden çok uzak olduğu görülüyor.  Bu eleştiriler yer yer akademik mecralarda yer yer gazete köşeleri ve sosyal medyada dillendiriliyor. Biraz daha yakından bakıldığında eleştirilerin son derece ezber ve yüzeysel bir mantıkla kurgulandığı görülebilir.

Bunları sırayla ele alacak olursak, ilk olarak militarizm eleştirisini ele almakta fayda var. Savunma sanayisine yönelik toplum ilgisini hemen militarizmle eşitlemek ezber bir eleştiriden öteye gitmiyor. Zaten militarizm, bu iddiayı dile getirenlerin sandığı gibi bir şey değil. Bu biraz da silahlarla ilgili herhangi bir şeyi militarizm sanmalarından ibaret. Militarizm her şeyden önce toplumu askeri bir nizam altında kontrol altına alıp tek tipleştirerek askeri amaçlara koşulmasını öngören rejimleri ifade eder. Tarihte birçok örneği görüleceği gibi iki dünya savaşı arası dönemde Alman ve Japon militarizmi en yaygın bilinen örnekleridir. Türkiye’yi bu örneklerle kıyaslamak sadece haksızlık değil aynı zamanda akıl karı da değildir. Türkiye’de olan şey, oldukça sivil ve büyük oranda organik bir ilginin tezahürüdür.

Diğer bir eleştiri tekno-milliyetçilik (techno-nationalism) kavramı üzerinden gelmektedir. Tekno-milliyetçilik temel olarak ulusal gururu ülkenin kendi kendine yeterli olacak şekilde ileri teknoloji üretip geliştirme kapasitesinde bulan bir milliyetçilik türü. Politika seviyesinde ise stratejik sektörlere yatırım yapıp korumayı önceleyen söylem ve uygulamaların bütünü olarak da değerlendirilebilir. Tekno-milliyetçilik, bu açıdan bakıldığında milliyetçiliğin en makul formu olabilir. Neticede sloganik veya dışlayıcı olmayıp teknoloji üretmekle övünen bir milliyetçiliği işaret ediyor. Bir ülkenin prestijinin yüksek teknoloji üretebilmesinde görmek sorunlu bir şey değil. En azından somut icraatlerle övünülüyor. Bunu olumsuz anlamda eleştirmek yerine yapıcı bir şekilde sivil alanda tutarak değer üretme potansiyelini geliştirmek gerekiyor

Savunma sanayisi söz konusu olduğunda yapılan bir diğer eleştiri ise silah üretmenin dış politikada barışçıllığa zarar verdiği iddiası. Buna göre içeride askeri yatırımlar bir şekilde dış politikada saldırganlığa ve maceracılığa evrimleşecektir. Bu nedenle alttan alta Türkiye’nin savunma yatırımlarından kaygı duyulması gerektiğini salık veriyorlar. Bunu da dış politikada barışçıllık gibi ilk etapta kimsenin itiraz edemeyeceği sloganlar altında yapıyorlar.

Ancak burada önemli bir ayrımı belirtmekte fayda var. Uluslararası siyasette, şiddet üretme kapasitesiniz olduğu halde bunu iradenizle kısıtlıyorsanız barışçıl olabilirsiniz. Bu kapasite olmadan “barışçıl” değil olsa olsa “zararsız” olursunuz. İkisinin arasında büyük bir fark var. Barışçıllık ancak şiddet ihtimali olduğunda söz konusu ve anlamlıdır. Savunma sanayi ve silahlanmayı dış politikada barışçıllık adı altında eleştirmek aslında Türkiye’nin barışçıl olmasını değil bilerek veya bilmeyerek zararsız bir aktör olmasını istemektir. Gerektiğinde şiddet kullanamayan bir devlet “barış” adı altında dış politikada dayatmalara razı olur.

Dış politika aslında “ne yapmayalım da askeri güç kullanmayalım” sorusuna verilen bir cevaptır. Diplomasi, ancak muteber bir askeri gücünüz her daim alternatifleriniz arasında olduğunda anlamlıdır. Zira rakibinize askeri gücünüz olmasına rağmen müzakereyi seçtiğinizi sinyallemiş olursunuz. Bunu açıkça ifade etmenize bile gerek yoktur. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin savunma sanayi yatırımları sonucu zorlayıcılık kapasitesine verilen en ufak katkı bile anlamlıdır. Bugün örneğin Kıbrıs Barış Harekatı’yla övünüyoruz ancak bu harekatın neden yıllarca ertelenmek durumunda kaldığını da akıldan çıkarmamak lazım.

Bir diğer eleştiri ise savunma sanayinin ekonomi politiğiyle ilgilidir. Buna göre savunma sanayisinde rekabetin olması gerektiği iddia edilir. Bu da yine herkesin kabul edeceği bir doğruculuktur (truism). Ancak bu iddia savunma sanayinin kendine has yapısı dikkate alındığında birkaç liberal ezberin tekrarından ibaret değildir. Savunma sanayisi dünyanın hiçbir yerinde serbest piyasa rekabeti altında işlemiyor. Çünkü her bir iç piyasada zaten en büyük ve genelde tek müşteri devlet. Buradan firmalar arası rekabet olmadığı veya olmaması gerektiği gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Rekabet dinamiği piyasa tarafından kendiliğinden düzenlenmiyor. Devletin stratejik olarak bazı noktalarda müdahil olması gerekiyor. Yine de bu da devletin kamucu bir bakışla savunma sanayisini merkezi olarak planlayıp kontrol etmesi anlamına gelmiyor.

Savunma sanayinin ekonomi politiği me liberal ne de kamucu ezberlere hapsedilebilecek kadar önemli bir husus. ABD gibi liberal kültürün olduğu bir yerde bile stratejik bir yaklaşım benimseniyor. ABD’de sektör kendi içinde rekabet halinde olmasına rağmen sektör devlet kontrolü diyemezsek bile devlet gözetimindedir. Yine bilindiği üzere dış silah satımı (foreign military sales) kongre onayına tabidir. Buna rağmen ABD, otomatik olarak referans olarak kabul edilemeyecek kadar kendine has özellikler barındıran bir ülke. Sadece savunma sanayisi alanında değil birçok alanda ABD’nin bu durumu dikkate alınmalı. Her şeyden önce bir büyük güç ve teknoloji konusunda rakiplerinin çok ötesinde. Türkiye’nin ise gidecek daha çok yolu var.

Sonuç olarak burada eleştirilerin genel bir özeti ve tutarsızlıkları sunulmuştur. Eleştirilerin aksine savunma sanayisine toplumun sahip çıkması, sivil bir ilgiye mazhar olması ve Türkiye’nin gücüne güç kattığı fikri oldukça kıymetlidir. Son yıllarda ülkenin bu konuda yakaladığı momentum yıkıcı eleştirilere kurban verilmemelidir.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu