İsveç Dış Politikasında Tarafsızlık Miti

2008 yılındaki Gürcistan Savaşı ile Rusya’nın Doğu Avrupa’da sürekli artan saldırgan politikaları İsveç’in uzun süren tarafsızlık politikasını 2022 Mayıs ayı itibariyle terketmesiyle sonuçlanmıştı. 2009 yılında “Swedish Declaration of Solidarity” olarak bilinen çıkışı bunun ilk adımı olarak görülebilir. İsveç bölgedeki Nordik, Baltık ve diğer AB ülkelerine yönelik olası bir tehdide karşı tek taraflı olarak destek vereceğini açıklamıştı. Aslında bu durum Soğuk Savaş boyunca karşıtlık oluşturmamaya çalıştıkları Rusya’ya karşı ilk kez net bir tavır aldıkları anlamına da geliyordu. 2014’de Kırım’ın da ilhakı ile tarafsızlık neredeyse kağıt üzerinde kalmış ve diğer Nordik ülkeleri ile hem de ABD ve İngiltere ile bir dizi güvenlik ve savunma işbirliğine yönelmişlerdi. Her ne kadar Rus saldırganlığı ile İsveç’in aldığı bu tedbirler paralel ilerlese de İsveç’in NATO’ya üye olup olmayacağı ağırlıklı olarak İsveç’in ideolojik tutumu üzerinden açıklanma eğilimindedir. Çünkü İsveç tarafsızlığı denilen politikanın İsveç’e ve oradaki Sosyal Demokrat siyasilere has ileri düzeyde normatif ve demokrat bir siyaset anlayışının yansıması olduğuna dair kesin bir inanç vardır. Bu konuda son dönem İsveç ve Türkiye ilişkilerinin gelişimi önemli ipuçlarını barındırmaktadır.

İsveç’in 2022’nin Mayıs ayı itibariyle somutlaşan NATO üyelik başvurusu takip eden haziran ayında Türkiye-İsveç-Finlandiya arasında imzalanan Trilateral Memorandum ile belirli şartlara bağlanmıştı. Buna göre İsveç PKK terör örgütü ve onunla iltisaklı olduğu bilinen PYD ve YPG’ye yönelik tutumunu değiştirecek ve ayrıca FETO terör örgütü için de aynı tutumu sergileyeceğini taahhüt etmişti. Üyelik sürecinin bu şartlara bağlanmasının sebebi uzun yıllardır İsveç’in PKK’nın Avrupa yapılanmasına sağladığı geniş imkanlar ve Türkiye’nin terörle mücadelesine yönelik daima eleştirel bir tutum sergilemesidir. Mesela 2020 yılında kaleme alınan İsveç askeri strateji belgesinde bile Türkiye’nin NATO şemsiyesi altındaki rolünden çok Suriye’de terör örgütlerine karşı yaptığı operasyonları insan haklarına ve uluslararası hukuka aykırı ilan ederek Türkiye’ye karşı uygulanan yaptırımların haklılığı anlatılıyordu. Sosyal Demokratların bu üstenci yaklaşımı yeni bir şey değil. İsveç’in birçoklarına göre normatif bir süper güç olduğu fikri akademide sürekli dillendirilir hatta Soğuk Savaş döneminde ABD’yi bile insan hakları ihlallerinden dolayı eleştirebilen ve BM ve AB’nin her askeri ve sivil misyonuna destek olan bir ileri demokrasi ülkesi tanımlaması üzerinden batı normlarının en önemli temsilcisi olarak görülür. Bu profile bir de uzun soluklu tarafsızlık politikası eklendiğinde politik doğrucu yaklaşımlar ile uluslararası alanda büyük bir ülke kadar sesi çıkabilen bir aktör olmayı hedefledikleri bilinir. Son on yılda bir de feminist dış politika yaklaşımı İsveç siyasetinde benimsenmişti. Temelde cinsiyet eşitliğinin sağlanmasının ileri demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi batı değerleri ile mümkün olabileceği ve bu yüzden bu öncelikleri paylaşan ülkeler ile yakın ilişkilerin ve diğer bölgelere bu değerleri ihraç etmenin gerekliliği öne sürülür. Yani Sosyal Demokratlar lider batı ülkeleri açısından gündemi domine eden trendler ne ise onu alıp bir şekilde kendi siyasetlerine eklemlemekte çok başarılıdır.

Türkiye ile olan ilişkilerde de bunu görmek mümkün. Aslında İsveç ve Türkiye uzak iki coğrafyanın pek de ortak bir paydası olmayan iki ülkesi. Yani İsveç’in bu kadar sert söylem geliştirmesinin altında Türkiye’nin kaybedeceği ve İsveç’in tamamen bu kayıptan kazançlı çıkacağı doğrudan bir denklem söz konusu değil. Ancak her küçük devlet gibi, İsveç’in de varlığını devam ettirmesi zorluklar barındırmaktadır. Dolayısıyla İsveç  süregelen tarafsızlığına rağmen her zaman büyük devletler için kullanışlı bir aktör olabilme çabası içindedir. Bunu kimi küçük devletler uydu devlet haline gelerek, kimisi topraklarını bu büyük devletlerin askerlerine açarak, kimisi de iki rakip devlet arasında jeopolitik konumunu avantaja çevirmek gibi politikalarla gerçekleştirebilir. İsveç de tarafsızlığına rağmen Soğuk Savaş’tan bu yana ABD ve AB ile yakın ilişkiler geliştirirken bir yandan da herkesi eleştirebilen demokrasi cenneti imajını araçsallaştırmaktadır. Açıklamak gerekirse, Türkiye PKK ile mücadele içindeyken ABD PKK’ya imtiyazlar sağlıyorsa İsveç de Stockholm’de onlara geniş imkanlar sağlıyor veya Türkiye Suriye’de Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı gibi operasyonları yaparken, ABD buna karşı çıkıyorsa İsveç de ambargolara katılıyor ve Türkiye’yi diplomatik olarak kabul edilemeyecek “uyarma” hatasına düşebiliyor. Bütün bunları sahip olduğu imajı da kullanarak meşru bir zemine oturtarak batı kamuoyunda gerçekleri de rahatlıkla eğip bükebiliyordu. Yani trend ne ise İsveç bunu araçsallaştırıyor ve ABD ve AB üyesi ülkelere “bakın ben sizin değerlerinizin en büyük savunucusuyum” imajı veriyor. Halihazırda batı medyasında inşa edilmiş olan İsveç tarafsızlığı imajı ile bu tutum birleşince bir anda bütün yazılı ve görsel medyada Türkiye’nin Suriye’deki operasyonlarının sözde uluslararası hukuka aykırılığı iddialarına kendilerince meşru bir zemin üretmiş oluyorlar.

İsveç’te Türkiye karşıtı pozisyonun mimarı olan Sosyal Demokratların Ukrayna’da savaşın başlaması ile PKK’ya yönelik söylemlerini çok kısa sürede değiştirmesi aslında ideolojinin değil hayatta kalma reflekslerinin politikalarının esas belirleyicisi olduğunu göstermek açısından bir diğer çarpıcı bir örnek. Trilateral Memorandum imzalanmadan birkaç hafta öncesinde azınlık hükümeti konumunda olan Andersson Hükümeti’nin güven oylaması tehdidiyle karşı karşıyayken PKK sempatizanı bağımsız bir vekille PYD ve YPG’ye desteklerine devam edip etmemek üzere bir oy pazarlığı yaparak bu tehdidi savuşturmuştu. Ancak çok geçmeden Memorandum ile birlikte tüm dünyaya yıllardır açık destek verdikleri PKK ve iltisaklı gruplara desteği keseceklerini ilan etmiş oldular. Bu İsveç’in Türkiye’ye karşı ürettikleri söylemden tam bir U dönüşü yaptıkları anlamına gelmektedir.

Gelinen noktada anlaşılıyor ki İsveç Türkiye’ye onca eleştiriyi kendi Türkiye politikalarının veya Suriye politikalarının bir gereği olarak değil aslında güvenliği için vazgeçilmez olan ABD ve AB ile olan ilişkileri gereği yapıyordu. Rus işgali sonrası ABD’nin doğrudan Rusya’yı caydırmak yerine Avrupalı ortaklarının NATO şemsiyesi altında Ukrayna Savaşı’nın maliyetlerini yüklenmeleri gerektiği yönündeki tutumu, İsveç’in NATO’ya üye olmasını akut bir mesele haline getirdi. Dolayısıyla İsveç her zamanki gibi trend ne ise onun gereğini yaparak NATO üyeliği için gerekli olan Türkiye’nin onayını almak için onca yıldır inşa ettiği söylemleri bir anda değiştirebildi. Bu durum Türkiye’nin batı kamuoyunda sürekli pompalanan saldırgan bir devlet imajına karşı İsveç’in gündem belirleme gücü düşünüldüğünde muazzam bir kazanımken İsveç’in dış politikasının da ideolojik saiklerle ilerlediği algısının da yanlış olduğunu göstermek açısından oldukça önemlidir.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu