Uluslararası siyasette devletlerin temel amacı egemen varlıklarını devam ettirmektir. Bunu gerçekleştirmek için devletlerin önünde iki seçenek bulunur. Bunlardan biri kendilerinden daha güçlü bir devletin koruması altına girmek (bandwagoning), diğeri ise kendi kaynaklarıyla veya diğer devletlerle güçlerini birleştirerek egemen varlıklarına tehdit oluşturan devlet ya da devletler bloğuna karşı doğrudan askeri dengeleme (hard balancing) yapmaktır. Uluslararası siyasette bazı dönemlerde şartlar öyle bir hal alır ki devletler doğrudan askeri dengeleme yapamazlar. Sistemin büyük gücü dengelenemeyecek ölçüde materyal kapasite farkına sahip olabilir. Bunun en ideal örneği 1990’ların ABD’sidir. Bazı zamanlarda ise uluslararası siyasette şartlar devletlerin bir büyük gücün koruması altına girmesine müsaade etmez. Büyük güç konumundaki devlet ısrarla tek-taraflı ve tehditkâr bir siyaset takip ediyordur. Tek-kutuplu uluslararası yapının bu engellemelerinin yanı sıra bazen de devletler kendilerinden kaynaklanan sebeplerle –mesela ikinci güçte bir devlet olmayı bir statü kaybı olarak görmek gibi– egemen varlıklarını ve milli güvenliklerini hiçbir şartta bir büyük gücün eline teslim etmek istemeyebilir. Devletler bu durumda doğrudan askeri dengeleme ve takip etme stratejilerinin dışında başka stratejiler arar.
Bu şartlarda devletlerin önünde üç alternatif strateji mevcuttur. Bunlardan biri uluslararası kurum ve diplomasiyi kullanarak sistemin büyük gücünün materyal kapasite farkından kaynaklanan baskın konumunu yumuşak dengeleme yaparak kırmaktır (soft balancing). Diğer bir strateji iktisadi ön-dengelemedir (economic pre-balancing). Buna göre, ekonomik kalkınmaya hız verip büyük güçle olan gelişmişlik farkını kapamaya çalışmak ve fark kapandığında da bunu askeri güce dönüştürerek doğrudan askeri dengeleme yapmaktır. İktisadi ön-dengeleme devletin gücünü kendi kaynaklarıyla artırmayı amaçlamasından ötürü bir iç dengeleme (internal balancing) türüdür. Son strateji ise devletlerin sistemin büyük gücünü doğrudan askeri olarak karşılarına almadan dolaylı olarak dengelemeleridir (leash-slipping). Dolaylı dengelemede devlet diğer devletlerle birlikte hareket ederek gücünü artırmak ister. Bu açıdan bir dış dengeleme (external balancing) türüdür. Dengeleme dolaylı olduğu için bir başka dış dengeleme türü olan ittifaklar yoluyla doğrudan askeri dengeleme gözeten sert dengeleme stratejisinden farklıdır. Dolaylı dengeleme, sert dengelemeden nihai amacı uluslararası sistemde bir başka kutup ortaya çıkarmak olması açısından da farklıdır. Sert dengeleme konjonktüreldir, tehdit savuşturulduğunda ittifak dağılır. Dolaylı dengeleme ise uluslararası siyasette kalıcı yeni bir büyük güç ya da bir süper devlet ortaya çıkarmayı amaçlar. Bu büyük gücün de sistemde yeni bir kutup oluşturması beklenir. Dolaylı dengeleme yumuşak dengelemeye göre daha etkin bir stratejidir. Uluslararası kurumlar ve diplomasi kanalları son kertede sistemin büyük gücünden bağımsız değildir. Dolayısıyla, büyük güç bu mekanizmaları isterse kolay bir şekilde aşabilir. İktisadi ön-dengeleme ise dolaylı dengelemeyle karşılaştırıldığında daha etkin ancak uzun soluklu ve masraflı bir stratejidir. Bu üç rakip strateji arasında dolaylı dengeleme hem etkinlik hem zaman hem de maliyet açısından orta yolu bulmaya yönelik bir stratejidir.
Uluslararası siyasette çok sayıda dolaylı dengeleme örneği mevcuttur. 1945-50 yılları arasında Büyük Britanya “üçüncü güç” siyasetiyle kendisine sistemin iki süper gücü olan ABD ve Sovyetlerden bağımsız bir nüfuz alanı açmak istemiştir. Bir zamanlar sahip olduğu büyük güç statüsünü elde etmek için Ortadoğu’daki (özellikle Mısır ve Irak’taki) emperyal çıkarlarını korumaya yönelmiş, bunun yanı sıra Fransa, Batı Avrupa ve Britanya devletler topluluğu (commonwealth) arasında koordinasyon sağlamaya çalışmıştır. Bu iki girişim sonucunda Britanya’nın sistemde üçüncü bir kutup olacağı ve ABD ile Sovyetleri doğrudan karşısına almadan dengeleyeceği düşünülmüştür. Lakin Britanya her iki girişimden de arzu ettiği neticeyi elde edememiş ve böylece ABD ve Sovyetleri dolaylı dengeleme stratejisi başarısız olmuştur. 1960’larda Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle liderliğinde ABD hegemonyasından sıyrılmaya çalışan Fransa da benzer bir strateji takip etmiştir. Bir kıta Avrupa devletinin lideri olması dolayısıyla De Gaulle meseleyi bölgesel ölçekte ele almıştır. Soğuk Savaş şartlarında Avrupa’nın bir zamanlar sahip olduğu askeri ve diplomatik otonomiyi ABD’ye kaybettiğini ileri sürmüştür. Avrupa’nın ABD’den bağımsızlığını kazanması ve yeniden büyük bir güç olması için Fransa’yı bir nükleer güç haline getirme, bağımsız bir (Batı) Avrupa’ya zemin teşkil edecek Fransız-Alman ittifakını güçlendirme ve ortak bir (Batı) Avrupa güvenlik politikası belirleme mücadelesi vermiştir. Ancak Fransa, De Gaulle sonrasında (1970) bu stratejiyi aktif bir şekilde sürdürememiştir. 1990’lardan itibaren Avrupa’nın siyasi ve askeri entegrasyon adımlarını hızlandırması da ABD’yi dolaylı dengeleme bağlamında ele almak gerekir. Buna yönelik olarak ABD’den bağımsız askeri kapasiteyle desteklenen ortak bir dış ve güvenlik politikası oluşturma ve birleşik bir Avrupa güvenlik sanayi inşa etme düşüncesi ön plana çıkmıştır. AB üyesi devletlerin Aralık 1999’da kabul ettiği Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (ESDP) bu yöndeki en ciddi adımlardan birisidir. ESDP’nin amacı Avrupa’nın güvenlik politikalarının ABD’den bağımsız olarak belirlenmesi ve Avrupa’nın kendi sert gücüyle desteklenmesiydi. ESDP, ABD ile Avrupa güvenliğini birleştiren NATO’nun işlevini yitirmesi demekti. Ancak ABD’nin Avrupa üzerinde hegemonya kurma aracı olarak kullandığı NATO’nun takip eden yıllarda ayakta kalması ve genişlemesiyle Avrupa’dan gelen meydan okumalara karşı kendisini korumuş ve Avrupa’nın dolaylı dengeleme girişimini akamete uğratmıştır. Netice itibariyle, son 70-80 yılda Avrupa-merkezli üç dolaylı dengeleme girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu dolaylı dengeleme girişimlerinin hepsinde yeni bir “devlet” inşa etme süreci gözlemlenmektedir. İlkinde Britanya merkezli yeni bir “uluslararası” devlet, ikincisinde Batı Avrupa’da Fransa önderliğinde ve Almanya ile iş birliği içerisinde yeni bir “bölgesel” devlet ve sonuncusunda çok daha bariz bir şekilde Batı içerisinde ABD’den bağımsız bir Avrupa süper devleti inşa etme amacı vardır.
Türkiye’de de 1990’larla birlikte dolaylı dengeleme yapmaya yönelik bazı fikirler ortaya çıkmıştır. Bu fikirler, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından katmerlenen Amerikan hegemonyası karşısında ciddi güvenlik sıkıntıları çeken Türkiye’nin gücünün ne şekilde artırılabileceği sorusuna verilen alternatif cevaplardı. Bu fikirlerden ilki, Türkiye’nin devletleşme sürecine girmiş olan AB’nin bir parçası olmasını öngörüyordu. AB perspektifine göre Türkiye ABD’yi bırakıp AB’yi takip etmeliydi. AB içerisinde söz sahibi olabilir ve bunun üzerinden sertleşen ABD hegemonyasından bağımsızlaşabilirdi. Diğer bir fikir ise, Türkiye’nin Sovyetlerin çöküşü ve Rusya’nın zayıflığının yol açtığı Kafkasya ve Orta Asya’da oluşan güç boşluğunu doldurması yönündeydi. Buna göre, Türkiye bölge toplum ve devletleriyle Türk etnik kimlik bağlarını kullanarak ve onlara liderlik ederek uluslararası sistemde ayrı bir “uluslararası” devlet ve yeni bir kutup oluşturabilirdi. Üçüncü fikir ise, Türkiye’nin İslami kimliğini merkeze alıyor, İslam dünyasıyla entegrasyon sağlayarak yeni bir “uluslararası” devlet inşasını öngörüyordu. D-8 olarak bilinen projede somutlaşan bu fikir İslam devletlerinin uluslararası sistemde ayrı bir süper devlet ve kutup oluşturarak ABD hegemonyasından bağımsızlaşabileceğini iddia ediyordu.
Bu dolaylı dengeleme fikirlerinin hiçbiri hayata geçirilemedi. Türk ve İslam birliği fikirleri siyasi gerçeklerden uzaktı. Ne ulusal ne de uluslararası şartlar bu fikirlerin takip edilmesine uygun bir ortam sağlıyordu. Avrupa devletinin bir parçası olma fikri ise Avrupa’nın merkez devletlerinin Türkiye’yi kabul etmemesi sonucu akamete uğradı. Sonuçta Türkiye, dış politikada 2000’lerin ortalarına kadar ABD’yi takip etmeye devam etti. Ancak bu dönemde Türkiye’de Amerikan hegemonyasından rahatsız olanların sayısı daha da arttı. Erdoğan doktrini bu siyasi ortamda doğdu. Dış politikada yeni arayışların belirgin olduğu 1990’ların siyasi atmosferi daha güçlü bir şekilde geri döndü. 1990’larda Türkiye’nin dolaylı dengeleme stratejisini takip edememesinin önünde ulusal düzeydeki en temel engel bu sürece liderlik edecek bir siyasi kadronun ve güçlü bir siyasi iradenin bulunmamasıydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin 2000’li yıllarda ülke siyasetindeki yeri sağlamlaştıkça bu boşluk dolmaya başladı. Bağımsızlık yanlısı ve Türkiye’ye büyük güç statüsü kazandırmak isteyen siyasi aktörler bir araya geldi. ABD’yi takip etme stratejisi son buldu. “Türkiye ekseni” olarak adlandırılan dolaylı dengeleme stratejisi takip edilmeye başlandı. Türkiye ekseninin hedefi, “Türkiye yüzyılı” ifadesinde somutlaştığı şekliyle, ülkeyi uluslararası sistemde yeni bir kutup haline getirmektir. Türkiye son 15 yılda dolaylı dengeleme stratejisini farklı şekillerde hayata geçirme mücadelesi verdi ve vermeye de devam etmektedir.