Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkileri genelde 1959’dan bu yana devam eden üyelik süreci kapsamında ele alınan bir konudur. 2016’ya gelene kadar meselenin temel anlatısı oluşturulurken 2005 yılında başlayan üyelik müzakereleri, açılan veya açılmayan fasıllar ve Kıbrıs sorunu odak noktaları olarak göze çarpmaktadır. İlişkinin dinamiği ise üyelik talebinde bulunan bir ülke ile bu talebe olumlu cevap vermek için kendi normlarının ve kurallarının benimsenmesini şart koşan bir aktörün en basit haliyle asimetrik pazarlıklarından ibaretti.
Her ne kadar AB tarafı bu üyelik sürecini hukuki boyutuyla yani Türkiye’nin AB yasalarına ve normlarına ne kadar entegre olduğunu test eden bir mekanizma ile yürüttüğü izlenimini verse de aslında süreç tamamen siyasi saiklerle yönetiliyordu. Bir diğer deyişle süreç Türkiye’nin her bir AB üye ülkesiyle arasındaki ilişkilerin olumlu ve olumsuz sonuçlarına, jeopolitik gelişmelere ve ABD’nin aldığı pozisyona göre ilerliyordu. Mesela 1998 yılında Fransa ve İngiltere öncülüğünde ortak bir AB güvenlik ve savunma mekanizması kurulması konuşulurken, ABD’nin NATO üyesi olup AB üyesi olmayan Türkiye gibi ülkeleri dışarıda bırakacak herhangi bir yapılanmaya karşı pozisyon alması ile 1999’da Türkiye’nin aday ülke statüsüne gelmesi arasında bir ilişki olduğu söylenebilir. Yine 2004 yılında Kıbrıs sorununun çözümünde, Türkiye’nin Annan Planı’na verdiği destek AB’nin 2005 yılında üyelik müzakerelerine hız vermesi konusunda önemli bir kaldıraçtı.
Ancak AB için Türkiye’nin tam üyeliği hiçbir zaman gerçekçi bir gündem olmadı. Çünkü Türkiye’nin AB malları için önemli bir pazar olması ve Soğuk Savaş jeopolitiğinde NATO içindeki önemli pozisyonu gibi konular Türkiye’yi AB için önemli bir ülke yapsa da, birliğin bütün imtiyazlarından tamamen yararlanacak görece kalabalık nüfuslu ve güçlü bir ordusu olan bir ülkenin bölgesel olarak güç dengelerini tamamen değiştireceği gerçeği Türkiye’nin neden yıllardır kapıda bekletildiği sorusuna verilebilecek en makul yanıttır. Bu nedenle Türkiye açısından AB üyeliğinin en önemli öncelik durumunda olduğu her senaryo, ülkenin dış politikada ancak sınırlı kazanımlar elde edilebildiği ve daimi bir patinaj halinde olduğu bir durum yaratıyordu. Güncel sayılabilecek bir örnek olarak, AB ile vize serbestisi konusunda yapılan pazarlıklarda geri kabul anlaşmasını imzalayan Türkiye karşılığında ise sadece şu anki vize rejiminin tekrardan değerlendirileceği sözünü alabilmişti. Çünkü AB ile iki eşit aktör olarak masaya oturulmadığı her durumda AB üyelik şemsiyesi altındaki gümrük birliği veya serbest dolaşım gibi konuların her birini birer koz olarak kullanabiliyor.
Ancak 2016 yılı itibariyle Türkiye açısından AB ile olan ilişkiler “AB’ye üye olmak veya olamamak” gibi bir açmazın dışında artık farklı alanlarda farklı meseleleri de içine alan çok daha kapsamlı yeni bir safhaya evrilmiştir. Öncelikle Türkiye artık AB üyeliğini nihai bir hedef olmaktan ziyade bunu olası alternatiflerden biri olarak kabul ederek AB üyesi ülkeler ile devam eden pazarlığı dolayısıyla aradaki asimetriyi ortadan kaldırdı. Bunu yapabilmesinde Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz gibi alanlarda devam eden belirsizliğe yönelik ABD ve AB’nin ne yapacağından bağımsız olarak kendi güvenlik öncelikleri ve çıkarları doğrultusunda güç kullanmaktan çekinmeyerek, Rusya ve İran gibi aktörlerle doğrudan ilişki kurarak kendi pozisyonunu oluşturabilmesi temel faktördür. Böylelikle uzun zaman Kıbrıs sorunu ve Ege adaları gibi meseleler gündeme geldiğinde AB üyeliği hep aba altından sopa göstermek için kullanılan bir kartken artık Türkiye için böyle bir ilişki dinamiği söz konusu değildir.
Bu yeni gerçekliğe karşı AB ülkeleri ilişkileri hala eski dinamikler üzerinden yürütme çabası içindeler. Türkiye’nin Suriye’de ve Libya’daki askeri varlığına yönelik silah sanayisi ambargoları, politik kınamalar, IRINI Operasyonu gibi gülünç askeri hamleler ve her sene bir önceki yıldan kopyala yapıştır şeklinde yazdıkları ilerleme raporlarında Türkiye’nin iç siyasi atmosferine yönelik eleştiriler ile Türkiye’yi bugüne kadar elde ettiği kazanımlardan vazgeçmeye zorlamaya çalışıyorlar. Bu doğrultuda Türkiye’nin son altı yılda AB ülkelerinin aleyhine değiştirdiği güç dengesinin eski halini almasını umdukları ve hatta bunun için Türkiye iç siyasetine yönelik farklı kurguları devreye sokma çabaları da aşikar olmuştur. Aslında AB’nin bugünkü ilişkileri hala eski dinamiği ile yorumlamaları bir yanılsama veya yanlış politikadan öte AB ülkelerinin her geçen yıl daha da karmaşık hale gelen bölge jeopolitiğindeki çaresizliklerinin bir yansımasıdır. AB’nin müstakil bir aktör olarak gücü kimilerine göre küçük bir devletten farklı değildir. Çünkü onlarca üye ülkenin tamamen ortak dış politika ve güvenlik hedefleri üzerinde kendi egemenliklerinden taviz vererek birlikte hareket edebileceği ütopyası oy birliği prensibiyle karar alınan bir yapıda “konsensüs” sorunundan dolayı gerçek olmaktan çok uzak bir hedeftir. Dolayısıyla AB’nin müstakil bir aklı, hedefi veya kapasitesi söz konusu değildir. AB üye ülkelerinin ise güvenlik ve dış politika hususunda NATO güvenlik şemsiyesine yönelik bağımlılığı da düşünüldüğünde, ABD’nin on yıldır bölgedeki her krizde Avrupalı ortaklarını yalnız bıraktığı bir ortam bu ülkelerin Türkiye’yi zorlayabilecekleri bir güç dengesinin oluşmasını imkansız hale getirmektedir. Bu nedenle AB için Türkiye’ye “bu politikalar ile üyelik ihtimalinden uzaklaşıyorsun” mesajını vererek zorlama çabasından başka bir şey ellerinden gelmemektedir.
AB-Türkiye ilişkilerinin yakın gelecekte nasıl ilerleyeceğine bakılacak olursa, Rusya’nın bölgede devam eden saldırgan politikaları, enerji ve tahıl krizi ve her geçen gün daha da ciddileşen göçmen sorunlarına yönelik çaresiz olan AB Türkiye’ye karşı süregelen politikasını uygulamaya bir süre daha devam edecektir ancak kısa vadede AB içinde mutlaka Türkiye lehine kırılmalar olacaktır. Çünkü Brexit ile zaten tartışılmaya başlanan AB projesi, güvenlik açısından yirmi yıldır vadettiği hiçbir şeyi gerçekleştirememiştir. Ayrıca AB’nin dünya ekonomisindeki payının da her geçen gün daraldığı düşünülecek olursa bugünkü konjonktürün devam etmesi halinde üye ülkelerin AB’ye yükledikleri anlamın değişmesi ve yeni arayışlar muhtemeldir. Bu yaklaşım AB’nin yıkılış senaryosundan öte öneminin azalması olarak değerlendirilmelidir. Mesela birçok üye ülkenin ABD ile bilateral ilişkileri ilerletmeye önem vermeye başladığı gözlemlenmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgede gücünün ve rolünün daha da artmasıyla birlik içinde Almanya ve Fransa’nın dominant pozisyonundan memnun olmayacak birçok üyenin Türkiye ile daha iyi ilişkiler geliştirmesi muhtemeldir. Ancak bu durum AB üyelik müzakereleri konusunda kısmi ilerlemeler sağlayabilecek olsa da bugünkü ilişki dinamiği daha büyük uluslararası kırılmalar yaşanmadığı sürece değişmeyecektir.