Yerel, bölgesel ve küresel düzeyde büyük etkileri olan Suriye iç savaşının sona erdirilmesi ve krizin çözümü için yıllardır farklı perspektifler ortaya konmuştur. Mart 2011’de başlayan sivil protestolara rejimin sert müdahalesi ile sürecin bir iç savaşa evrilmesi, Suriyeyi dış müdahaleye ve devlet dışı aktörlerin güç kazanmasına uygun bir hale getirmiştir. Bu da çok taraflı ve çok katmanlı bir kriz tablosu ortaya çıkarmış, krizi içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Böylece Suriye krizinin çözümü için yerel ve uluslararası aktörlerin farklı çözüm önerileri ve hayalleri ortaya çıkmıştır.
Kamuoyunda 2023 yılı itibariyle Suriye iç savaşının aktif tek cephesi olarak İdlib ve muhalif konrolündeki bölgeleri görme eğilimi var denebilir. Halbuki Fırat’ın doğusunda Türkiye’nin PKK/YPG terörüne yönelik harekatları, Deyr ez Zor bölgesinde ABD-İran güç mücadelesi, çöl bölgesinde DEAŞ’ın yeniden zemin bulma arayışları, Güney Suriye’de Dera gibi rejim kontrolündeki şehirlerde halk hareketleri ve suikastler ve İsrail’in Hizbullah ve Şii milislere yönelik hava saldırıları düşünüldüğünde Suriye iç savaşı birçok hat üzerinde devam ediyor. Bunlara bir de rejim bölgesinde yaşanan ekonomik çöküş, insani durum ve sığınmacıların geri dönüşü gibi maddeleri eklediğimizde Suriye’de durumun bir çözüm formülüne oldukça uzak olduğu görülmektedir. Bu doğrultuda, aktif cephelerdeki yerel ve uluslarası aktörlerin Suriye krizine dair prensipleri ve çözüm perspektiflerini karşılaştırmalı olarak ortaya koymak oldukça faydalı olacaktır.
12 yıllık iç savaş sonucunda ayakta kalan ancak ekonomik ve askeri olarak tükenen Esed rejimi, Rusya ve İran desteği ile kısa vadede varlığını garanti altına almış durumda. Rejimin hayatta kalma mücadelesinin en büyük ayağını ise muhalif grupların yok edilmesi ve toprak bütünlüğünün sağlanması oluşturuyor. Dolayısıyla Rusya ve İran desteği ile rejimin İdlib’i ele geçirme ve Türkiye’nin bu bölgelerden çekilmesi rejim açısından en büyük jeopolitik hedef. Ancak bu hedefin yalnızca Türkiye’nin pozisyonu sebebiyle değil, Rusya ve İran’dan tam anlamıyla gelmeyen destek sebebiyle uygulanabilir olmadığı ortada. Bu da bizleri Rusya ve İran ın Suriyede çözüm perspektifine getiriyor.
2015’te fiilen Suriye’ye müdahil olan Rusya, verdiği askeri destekle rejimin devamını garanti altına aldığı gibi diplomatik olarak da merkezi bir konuma erişmiş durumda. Rusya’nın Hmeymim üssü, Lazkiye ve Tartus limanı gibi stratejik kazanımlarını koruması ve Şam’da ABD karşıtı bir rejimin devamı en temel hedefleri. Dolayısıyla Rusya için, Cenevre müzakereleri Esed rejiminin varlığını tehdit eden bir yol olarak tercih edilebilir bir seçenek değil. Bunun yerine Türkiye ve İran ile Astana sürecinin açtığı siyasi çözüm yolu Rusya için öne çıkmakta. Ukrayna savaşı ile Suriye’den ilgisi kayan ve rejime yeterli askeri ekonomik desteği veremeyen Rusya’nın Suriye’de Türkiye Esed normalleşmesini hızla yürürlüğe koyması beklenen bir yaklaşım olabilir. Stratejik kazanımlarının taahhüt altına alındığı ve rejimin varlığının tehdit edilmediği bir siyasal geçiş süreci Rusya için Suriye’nin maliyetinin dağıtılacağı bir ortam sunmakta.
İran ise Rusya ile aynı tarafta bulunsa da rejimin İrancı karakteristiğinin korunması noktasında ayrılmaktadır. Buna göre; eğer Şam yönetimi Sünni karakterde, İran’a mesafeli ve Rusya güdümünde bir yaklaşıma sahip olursa, İran’ın Irak üzerinden Lübnan ve Hizbullah ile olan bağının koparak direniş ekseni merkezli tüm İran bölge politikasının çökmesi anlamına gelir. Dolayısıyla İran Suriye’de 2023 itibariyle İsrail saldırıları ve kendi iç karışıklıkları sebebiyle mevzi kaybetmiş durumda. Astana müzakere masasının Türkiye ve Rusya tarafından domine edilmesi de, tıpkı rejimin düşmesi gibi İran için bütün bir tehdit olarak sınıflandırılmış durumda.
Türkiye ise terörle mücadele, sığınmacıların dönüşü ve siyasal geçiş sürecinin hızla yürürlüğe koyulması eksenli Suriye politikasıyla Batı blokundan net bir şekilde ayrılmakta. Türkiye’nin ideal senaryoda Suriye perspektifi, sınır hattının rejim veya muhalif kontrolünde de olsa terörden arındırıldığı, ABD’nin bölgeden ayrıldığı ve sığınmacıların geri dönüşü için uygun ortamın oluştuğu bir durum şeklinde özetlenebilir. Bu hedeflerin hangi araçlarla gerçekleştirileceği ise Türkiye’nin yönünü belirleyecektir. TSK’nın sınır ötesi varlığı, YPG’nin elimine edilmesi veya 30 km derinliğe itilmesi için elzem görünmekte. Çünkü her ne kadar Astana masasıyla Rusya üzerinden kazanımlar elde edilse de ne Rusya ne de Esed rejimi için YPG ile mücadele ana gündem olarak bulunmuyor. Bu da Türkiye’nin Suriye’de siyasi geçişi desteklerken diğer taraftan askeri olarak varlık göstermesini zorunlu kılıyor.
Sonuç olarak Astana veya Cenevre müzakere süreçlerinden veya Anayasa Komisyonu ile siyasal geçiş sürecinin başlamasından bağımsız olarak mevcut şartlarda Türkiye’nin kırmızı çizgileri, hem ABD hem de Rusya ile belirli düzeyde karşı karşıya gelmeyi zorunlu kılıyor.
ABD ise, Obama döneminde Pentagon önderliğinde başlayan, Trump yönetiminde kısa bir süre sekteye uğrayan ve günümüzde Biden ile tekrar uygulanan YPG’yi destekleme politikasını sürdürüyor. Bu politikanın Suriye krizine yönelik bir yaklaşımdan ziyade ABD’nin Türkiye, İran ve Rusya ile rekabeti ve İsrail’in güvenliği ekseni üzerinden bir jeopolitik oyun olarak şekillendiği söylenebilir. Bu da ABD’nin Suriye krizinin bitişine yönelik açık bir pozisyonunun olmadığını gözler önüne sermekte.
ABD için Esed rejimi karşıtlığı, rejimin değiştirilmesi için müdahil olma düzeyinde olmasa da Rusya ve İran’ı baskılamak için oldukça kullanışlı bir araç. Özellikle Sezar yasası gibi ekonomik yaptırımların yanı sıra Suriye’nin petrol kaynaklarını kontrol ederek rejimi bu gelirden mahrum bırakmak da ABD için oldukça önemli.
Dolayısıyla ABD için Suriye krizinin sonuçlanması için bir ideal senaryo bulunmuyor. Bunun yerine krizin düşük yoğunluklu çatışmalar ve yıpratma düzeyinde devam etmesi tercih edilen ve askeri varlığı sayesinde sağlanan bir yol. İsrail’in güvenliği açısından da Şam’da zayıf bir rejimin olması da ABD’nin Suriye konusunda ana kriterlerinden biri. Ancak ABD’nin genel bir Suriye perspektifine sahip olmaması, İsrail hariç bölgedeki tüm geleneksel müttefiklerinin mecburen Rusya ile yakınlaşması ve rejim ile ilişkiye geçmesine sebep olmakta. Bu yüzden ABD’nin Suriye politikasının uzun vadede ABD’yi süreçten kopararak yönlendirmesini engelleyecek bir hale dönmesi kaçınılmaz görünmekte.
Sonuç olarak Suriye krizinin 3 ana kutbu olan Türkiye Rusya ve ABD’nin iç savaşın bitişi ve ülkenin geleceğine dair oldukça farklı perspektifleri bulunuyor. BM önderliğindeki Cenevre sürecinin ve Anayasa komisyonunun başarısızlığı da bu ortak zemin olmayışının doğal bir sonucu. Ayrıca Türkiye ve Rusya her ne kadar Astana ile ortak çıkarlar nokrasında bir müzakere zemini kurabilmiş olsa da krize dair yaklaşımlarındaki farklılıklar ve krizi sonuçlandırma konusunda ABD karşısında yeterli kapasiteye sahip olmamaları sebebiyle sıkışmış durumdalar. Dolayısıyla Suriye’de kısa ve orta vadede krizin çözümü adına müzakereler devam etse ve sembolik adımlar atılsa bile büyük bir gelişme yaşanmayacağı öngörülebilir. Ortak bir zemin bulunsa bile ülkenin yeniden imarı için gereken kaynak, sivillerin Esed rejimi altında yaşamak istememesi ve sığınmacıların geri dönüşünde yaşanacak sıkıntılar ise krizin her an tekrar canlanacağı kırılgan yapının on yıllar boyunca Suriye’nin kaderi olacağını göstermektedir.
[Ahmet Arda Şensoy, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]